15 Temmuz 2016
tarihli ve işgal garantili darbe girişimi Cumhuriyet tarihi boyunca
yaşanan darbeler ve darbe teşebbüslerinin en iğrenci idi. Çünkü
darbeciler çetesi ilk kez 15 Temmuz gecesi kendi milletine namlu
doğrultup kurşun sıkabildi. Bereket versin ki milletin topyekûn
direnişiyle bu menfur girişim bertaraf edilebildi. Malum, 15 Temmuz
darbe girişiminin ön plandaki tüm failleri FETÖ diye tabir ettiğimiz
terör örgütüne mensup idi. Oysa
bu örgütün mensupları özellikle dindar-muhafazakâr kitleler nezdinde
yıllar yılı baş tacı edilmişti. Çünkü ne de olsa her bir FETÖ mensubu
abdestli namazlı, üstelik en sahih ve sağlam cinsinden Sünnî itikatlı
idi.
***
O kadar ki bunlar dinî alanda geleneğe
aykırı görüş ve yorumlardan hiç hazzetmezlerdi. Bu yüzden de Yeni Ümit
gibi İlahiyat dergilerinde Türkiye’deki dindar-muhafazakâr çevrelerin
hâlen itibar ettikleri birçok İlahiyat hocasına tarihselcilik gibi
sapkın(!) düşünceleri İslam düşmanı ilan eden yazılar yazdırmayı ve bu
konuda özel sayı yayımlamayı dinî bir vecibe addederlerdi. Yine bunlar
Abant Platformu diye bilinen organizasyonlar düzenler ve bu
organizasyondaki toplantılara bugün FETÖ’ye nefret kusan birçok tanınmış
entelektüel figür de bayıla bayıla iştirak ederdi. Keza Gazeteciler
Yazarlar Vakfı marifetiyle gerçekleştirilen bir Mabeyn toplantıları da
vardı ki dindar-muhafazakâr camiaya mensup hatırlı zevatın hemen her
biri bu toplantıya davet edilmek için adeta can atıverirdi. Çünkü 15
Temmuz’dan önceki zamanlarda/yıllarda FETÖ elebaşlarıyla aynı fotoğraf
karesinde yer almak, parlak istikbal ve ikbal demekti. Mesela, akademik
camiada sözgelimi profesörseniz, bir üniversiteye rektör veya fakülteye
dekan olmak yahut en azından istediğiniz akademik kuruma tereyağından
kıl çeker gibi naklinizi aldırmak demekti.
İşte o zamanlar, sonradan her biri
FETÖ’nün önde gelen bir mensubu olarak kodlanacak kimselerle dirsek
temasında bulunup onlara yalakalık yapmak, ehliyet ve liyakat sahibi
olmakla eşdeğerdi. Dahası, devlet kurumlarında önemli bir pozisyona
gelmek istediğinizde işbu liyakat ve ehliyet(!) vasfınız kâfi idi.
Nitekim Anadolu’nun dört bir köşesinde yeni açılan İlahiyat
fakültelerine kurucu dekan olarak atanan birçok isim 15 Temmuz’dan sonra
FETÖ müseccel markasıyla kodlanan ehliyet ve liyakat(!) vasfına
sahipti. Gerçek kimliklerini gizleme konusunda hiç kimsenin ellerine su
dökemeyeceği bilinen FETÖ, Türkiye sathında genel kabul gören dinî
anlayışın Sünnî geleneği fetişleştirmekle eşdeğer olduğunu çok iyi
bildiğinden, işbu takiyyeci kimlikle yönetici iradenin/idarenin gözüne
girmeyi ve böylece birçok İlahiyat fakültesini parsellemeyi becerebildi.
Ne var ki 15 Temmuz’dan sonra karşılaşılan sorun, taşın içinde pirinç
ayıklamaktan farksız idi.
İşte bu durumda “Demek ki neymiş…” diye
başlayıp, “devlet katında ve kurumlarında ehliyet ve liyakat ölçütünün
belli bir dinî kimliğe yahut belli bir dinî gruba aidiyete bağlanması
durumunda taşın içinde pirinç aramak zorunda kalınırmış” diye noktalamak
gerekir. Ancak biz burada ne söylersek söyleyelim, ne yazık ki mevcut
durum yine “eski tas eski hamam, aynen yola devam” şeklindedir.
Göründüğü kadarıyla hâlen birçok devlet kurumunda ehliyet ve liyakat
yine belli dinî gruplara aidiyetle belirlenmekte, yine birçok devlet
kurumu ganimet malı gibi görülmekte ve dolayısıyla sadece belli bir
gruba mensup “mücahitler” arasında pay edilmektedir.
***
Ben bütün bunları tüm hayatı boyunca FETÖ
denen yapıyla hiçbir fikrî ve fiilî ilişki kurmamış, buna mukabil
1980’li yılların ilk yarısında İskender Paşa - şimdilerde Hakyol Cemaati
diye anılıyor, sanırım- cemaati içinde bulunmuş ve fakat bu cemaatle
ilişkisini evradından efradına varıncaya kadar hep kendi özelinde tutmuş
biri olarak yazıyorum. Bir müslüman dinî-ahlâkî yaşantısına kıvam
kazandırmak niyetiyle belli bir dinî grup veya cemaate intisap edebilir.
Gerçi oldum olası benim cemaatim hep tek kişiden müteşekkildir; fakat
bilindik manada cemaate intisap ne benim ne de başka bir Allah kulunun
müdahil olup engel koyabileceği bir tercih değildir. Dahası, kimin hangi
cemaate intisap ettiği bizi ilgilendiren bir mesele değildir. Kişi
kendine iyi geldiği düşüncesiyle istediği mahfile intisap edebilir ve
dinî tecrübesini o mahfilde dilediği gibi yaşayabilir. Allah’ın
yetkisindeki işleri uhdemize almak ve Allah adına vekil-i umur edasıyla
konuşmak ne hakkımız ne de haddimizdir. Buna mukabil belli bir dinî
grubun devlete ve tüm millete ait kurumlarda koloni kurup feodal
beylikler gibi icraata soyunmasına itiraz etmek hem hakkımız hem
haddimizdir. FETÖ tecrübesinden ve 15 Temmuz darbe girişiminden gereken
dersi çıkarmamızın lüzumu konusunda bir kez daha ikazda bulunmak da yine
hem hakkımız hem haddimiz ve hem de vatan evladı olarak vazifemizdir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 20 Temmuz 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder