Bazı insanlar
vardır, fikrî veya bedenî olarak ne kadar çaba gösterirlerse
göstersinler, bir şeylerin üstesinden gelmeyi başaramazlar. Mesela, kimi
insanlar yabancı dil öğrenemezler; kimi insanlar kendilerini bildikleri
günden beri matematikle geçimsiz olduklarından çarpım tablosunu bile
ezberleyemezler; kimi insanlar bisiklete binmeyi beceremezler. Kimi
insanlar da vardır, bir fikir ve düşüncenin gerçekte ne ifade ettiğini
bir türlü ihata edemezler. Bu yüzden de “Benim oğlum bina okur, döner
döner yine okur” sözünün ‘’mâsadak’’ı haline gelirler. Düşünün ki bundan
yirmi yıl kadar önce Kur’an ve tarihsellik meselesinin hararetle
tartışıldığı bir dönemde bu tartışmaya müdahil oluyorsunuz ve “büyük
bilge” edasıyla tarihselciliğin ne olduğu hakkında “güya” bir şeyler
söylüyorsunuz. Aynı dönemlerde “hermenötik”ten de bahsediyorsunuz ve
fakat ne yazık ki hermenötiğin Kur’an tefsirine tatbik edilemeyecek bir
yöntem olduğundan filan dem vuruyorsunuz.
Yani tarihselcilik, hermenötik
gibi ilmî ve akademik müktesebat gerektiren konulara tam ortasından
müdahil oluyorsunuz ama sonuçta hermenötiğin Kur’an tefsirinde
elverişsiz bir yöntem olduğundan söz edecek kadar büyük bir garabet
sergiliyorsunuz. Tarihselcilik konusunda da benzer bir durum izhar
ediyorsunuz. Demem o ki bugün yine tarihselcilik hakkında bir şeyler
söylüyorsunuz; ama yaklaşık çeyrek asır önce söylediklerinizle
kıyaslandığında -maalesef- bir arpa boyu kadar dahi yol almadığınızı
gösteriyorsunuz.
Daha açıkçası, bir-iki ay kadar önce bir
derginin, “Tarihselcilik nedir? Hangi ihtiyaç ya da etkilenmenin sonucu
olarak ortaya çıkmıştır? Kur’an’ı yorumlamada bir yöntem olarak
görülebilir mi?” şeklindeki sorularına cevaben tarihselciliğin birkaç
temel önermesinin bulunduğundan söz ediyorsunuz. Bu temel önermelere
göre; (1) Tarihin üstünden tarihe müdahale yoktur. Yani tarih kendi
mecrasında seyreder; tarih üstü bir güç/varlık buna müdahale etmez. (2)
Her şey tarih içerisinde cereyan eder. Bütün olaylar tarihseldir, tarih
içinde ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla bunlar ontolojik değil
antropolojiktir, yani insan-kültür merkezlidir. (3) Tarihsel olgu ve
olayları ortaya çıkaran tarihsel şartlar bulunmaktadır. Hiçbir şey
hüdâ-i nâbit değildir, yerden bitmez. Her şey tarihsel şartların ve
toplumsal durumların ürünüdür. (4) Bir tarihsel olayı veya toplumsal
olguyu anlamak için bu olayı, olguyu ortaya çıkaran, belirleyen tarihî
sebepler ve olgulara dönüp bakmak gerekir. (5) Olaylar ve olgular
tarihsel ve toplumsal şartlar tarafından oluşuyor ise bu her din,
doktrin, siyasi hareketler, devletler, imparatorluklar ve dolayısıyla
İslamiyet için de geçerlidir. (6) Her tarihsel aşama (evre, devir,
dönem, çağ, vetire, zaman dilimi vs.) bir öncekinden daha “ileri”dedir,
önceki sonraki için referans veya yol gösterici, belirleyici,
düzenleyici olamaz. İddiaya göre vahiy de “belli bir tarihi zaman ve
toplumsal durum”da teşekkül ettiğinden bugün için yol gösterici veya
düzenleyici kaynak olamaz.
Tarihselciliğe etiketlenen bu önermeler,
galip ihtimalle meselenin aslını kavrayamama probleminden, zayıf
ihtimalle de kasıtlı olarak yanlış anlama isteğinden neşet etmiş
görünüyor. İlk önerme tarihselciliğin tıpkı klasik kelam ve mezhepler
tarihi kitaplarında Berâhime’ye (Brahmanizm) atfedildiği üzere nübüvveti
tümden reddeden bir fikir olduğunu söylüyor. Oysa Allah’ın tarih-üstü
bir varlık olduğu ve tarihin farklı dönemlerinde vahiy-risalet yoluyla
tarihe müdahalede bulunduğu ilkesi, her müslümanın mutlak olarak inanmak
zorunda olduğu bir ilkedir. Şu halde, müslüman muhitinde tartışılan
tarihselcilik adına “tarihin üstünden tarihe müdahale yoktur” demek ya
kara cahilliktir ya da art niyetliliktir. Doğrusu şu ki tarihselci
anlayış Allah’ın vahiy ve nübüvvetle tarihe müdahil olduğundan şüphe
etmiyor; fakat karikatürize edilmiş vahiy algısı ile Allah’ın tarihe
keyfi ya da rastgele müdahil olduğu fikrini de kabullenmiyor.
Tarihselciliğe yamanan ikinci önermeye gelince, mademki konu bu dünya
düzleminde yaşayan, anlayan ve anlamak istemeye çalışan bir varlık
olarak insandır, o halde her şey elbette bir tarih içerisinde cereyan
edecektir. Ayrıca din kaynak/köken itibariyle ilahi bildirime dayalı
olsa da insan zihnine konu olduğu an itibariyle beşerî ve tarihî
düzlemde tecrübeye dâhil olmuş demektir. O halde, “Bütün olaylar
tarihseldir, tarih içinde ortaya çıkmıştır” gibi bir önerme kurmak “laf
ola beri gele” kabilinden olsa gerektir.
“Tarihsel olgu ve olayları ortaya çıkaran
tarihsel şartlar bulunmaktadır. Hiçbir şey hüdâ-i nâbit değildir,
yerden bitmez. Her şey tarihsel şartların ve toplumsal durumların
ürünüdür. Bir tarihsel olayı veya toplumsal olguyu anlamak için bu
olayı, olguyu ortaya çıkaran, belirleyen tarihî sebepler ve olgulara
dönüp bakmak gerekir” şeklindeki üçüncü ve dördüncü önermeler de
tarihselcilik eleştirisi adına “laf ola beri gele” cinsindedir. Ayrıca,
her tarihsel evre veya dönemin bir öncekinden daha ileri bir seviyeye
tekabül ettiğine ilişkin önerme, tarihselci perspektife değil olsa olsa
Seyyid Ahmed Han çizgisindeki modernist anlayışa ait olabilir.
Tarihselci perspektif, içinde bulunulan tarihselliği sadece “olgusal
durum” olarak görür. Bu durumu bir terakki seviyesi olarak değil, salt
sosyolojik bir vakıa olarak kavrar. Sözgelimi, Kur’an’da içtimai-örfî
bir olgu olarak yer alan çok eşlilik tarihselci perspektife göre ne
belli bir ayette zikredildiği için dinî-şer’î bir meseledir, ne sırf o
döneme ait olduğu gerekçesiyle ilkeldir ve dolayısıyla ne de tek eşlilik
dinî bir fazilettir. Kısacası, Kur’an’da zikri geçen her şey din
olmadığı gibi, vahiy sırf bugünkü tarihten 1400 küsur sene nazil olmaya
başladı diye Kur’an’daki her hüküm de tarihe mal olmuş değildir.
Özellikle toplumsal düzen ve hukuk alanıyla ilgili her Kur’an hükmü
belli bir sosyolojik illet/menat ile ilintili olarak vaz edilmiş, yani
durduk yere gökten zembille inmemiştir. Bu yüzden de her bir hükmün
işlevselliği o illet ve menatla birlikte değerlendirilmelidir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Ağustos 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder