Benim Mezgitlerim

Benim Mezgitlerim 
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
  
On küsur yıldır memleketim Giresun’dan uzakta, Adana’da yaşıyorum. İtiraf etmeliyim ki hâl-i hazırda yaşadığım muhit, Adana’nın belki de en güzel, en mutena yeri; göl kenarında, ağaçların ve kuş cıvıltılarının arasında, şehrin tam yanıbaşında ve fakat aynı zamanda son derece kuytuda bir yer… Ama gelin görün ki bülbülü altın kafese koymuşlar, gerisini biliyorsunuz.

Türkiye’nin güneyi ve Akdeniz bölgesi bir doğu Karadenizli, hele de Giresun delisi bir insan için o kadar yabancı bir coğrafya ve kültür ki sanki Türkiye değil, Papua Yeni Gine… Öteden beri Adana denince müthiş zengin bir mutfak ve kebap akla gelir; Adana’ya yolu düşen birinin, “Burası gastronomik cennet” diyeceği kabul edilir. Ama gelin bir de bana sorun, benim için Adana gastronomik cehennem; insanların yemek keyfinden “Öldük!” dediği bir yerde on küsur yıldan beridir basbayağı koyun kokusu sinmiş kebapçı bacalarından tüten dumanların bulut işlevi gördüğü bu tuhaf egzotik şehirde aç gezer haldeyim.

Şükür ki hobi bahçeme tohum ve fidelerini Giresun’daki kadınlar pazarından (garılar bazarı) aldığım pancar, bezelye (bezene), kıvırcık marul ekmişim. Ama bunlar bir yere kadar kifayet ediyor; zira koltuk ekmeği, hamsi, kreçe ama özellikle de mezgit olmaksızın gündelik hayat gerçekten çok ağır aksak gidiyor. Bu arada bazı dostlar WhatsApp’tan “ilistir”de havyarlı mezgit görüntüsü göndererek bizi ezim ezim eziyor.

Bu kadar arabesk kâfi, imdi gelelim mezgitin halleri ve faziletlerine, rivayet odur ki mezgit dip balığı olarak önüne gelen her şeyi yiyen, adeta Karadeniz’in derin sularında tıbbi atık toplamakla vazifeli eleman gibi gezen bir balıkmış; ama ben bugüne kadar mezgit yiyip aşırı metalden vefat eden birini ne gördüm ne işittim. Aksine büyüklerimden mezgitin “Hasta balığı” olduğunu öğrendim. Gerçekten de ağır hastaların bile bu mübarek balığın buğlamasını rahatlıkla yediğine şahidim. Ama korkarım ki yakın gelecekte sağlıklımız da hasta olanımız da tadımlık mezgit bile bulamayacak gibi. Çünkü biz bütün dünyadaki nimetlerin sadece bizim için yaratıldığını düşünecek kadar hodbiniz; üstüne üstlük alabildiğine hoyrat, nadan ve nobran kimseleriz.

Her yaz mevsimi Giresun’a gelirken daha eve adım atmadan yolumun üstündeki Hatun Camii önünde eski amatörden rakip takım arkadaşım Ercan’ın yanına uğrayıp ilk mezgitimi almayı sünnet haline getirdim; ama o mezgitlere mezgit demeye bin şahit gerek. Külek gibi kafası koparıldığında, geriye kalan “cindomacuk” bir parçadan ibaret. Oysa çocukluk ve gençlik yıllarımızda böyle miydi?!
Alman Çeşmesi’nde bir Salim Dayı vardı; muhtemelen yıllar önce rahmet-i rahmana kavuşmuştur; Allah gani gani rahmet etsin. Özellikle yaz ve güz mevsimlerinde hemen her gün kendi kayığıyla balığa çıkar, öğleden sonra Seka lojmanlarına [maalesef o lojmanlar da şimdi tarih oldu ya…] girişteki eski bekçi kulübesinin [Not: Bandilli’nin otobüsleri bu kulübenin önünden kalkardı] yanıbaşına satış tezgâhını kurar, tahtadan bir teknenin içinde ham teveğe üçer beşer dizilmiş kocaman mezgitleri satışa sunar ve bir-iki saat içinde hepsini satıp akşama doğru yüzünde hiç eksik olmayan tebessümle evinin yolunu tutardı.

Ben o yıllarda muhtemelen ya ilkokul son sınıfta ya da ortaokulun başında idim ve sık sık Salim dayının yanına takılıverirdim. Zamanla Salim dayıyla dostluğumuz ilerledi; nihayet bazı sabahlar erkenden yola düşüp yaya olarak Alman Çeşmesi’ne gider, Salim dayıyla mezgite çıkar, Ada’nın arkasında demir atardık. İlerleyen yıllarda o güzelim mezgitlere bir daha rastlamadım, rastlayamadım.  Hoş, o yıllarda orta boylu palamut gibi istavritler de çıkar ve bu hacimdeki istavritler sofraya “sebzeli istavrit” olarak konulurdu. Ama şimdilerde maalesef “istavrit yok ki sebzesi olsun” denebilecek bir yokluk oluştu.

Tecrübeyle sabittir ki mezgitin en hası Ada mezgitidir. İkinci sıradaki has mezgitin adresi ise Kaleciktir (Galecük). Buna mukabil Batlama deresinin karşısından, Burunucu ve Bulancak tarafından çıkan mezgitler hem renk hem lezzet açısından oldukça niteliksizdir. Muhtemelen kumlu bölgelerde yetiştiklerinden bu bölgelere ait mezgitin rengi soluk ve sarımtırak, eti yavan ve gevşektir. Oysa Ada mezgiti siyahımsı, dipdiri ve müthiş lezzetlidir. Kalecik mezgiti de hemen hemen aynı niteliktedir. Üstelik havyar açısından da gayet zengin, verimlidir.

Gelelim iyi mezgitin nerde bulunabileceği meselesine, “Ben üşenmem” diyorsanız, Giresun’dan çıkıp Gülburnu’na kadar gidin; orada ilkin umur görmüş muhtar amcamızın bir çayını içip koydaki camiin yanıbaşında ayaküstü sohbet ediverin. Bu arada balıkçılarla da tanışıp mezgit siparişinizi verin. Ama “Yok, ben bir mezgit için taa oraya gidemem” diyorsanız, Abacıbükü köprüsünün altındaki balıkçıları ziyaret edin; yok eğer buna da üşenirseniz Hacı Hüseyin’de Damas’a uğrayıverin. Bütün bu alternatifler dışında gevşek mezgitle yetinmek isterseniz, o zaman Hatun camii’nin önüne gidin.
Mezgit eve girdikten sonra tava/kızartma ya da buğlama, tercih sizin; bendeniz gençlik çağlarında, yani kolestrol, trigliserit gibi kelimelerin hiç duyulmadığı, karaciğerin yağsızlıktan yakındığı yıllarda hep darı unuyla [vallahi şimdi şaşırdım, gün darısı unu muydu yoksa fırın darısı unu muydu?] kızartmayı tercih ederdim; ama artık buğlama “zorunlu seçmeli” ders gibi tercihimiz.

Uzun lafın kısası, Giresun insanı hırçın, çoğu zaman huysuzlukla temayüz etse de, Giresun’da mukim olanlar memleketin tarifsiz kıymetini bilsinler ve kendilerine cennet gibi bir yerde yaşamayı nasip ettiği için her daim Allah’a şükretsinler. Ayrıca gelecek nesillerin de aynı nimetlerden istifade etmesi için Allah’ın Giresun’a bahşettiği o güzelim nimetlere sahip çıkmayı insani ve ahlaki bir vazife olarak bilsinler.

Lütfen, Giresun’a hoyrat davranmayın; ona gözünüz gibi bakın.

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=1010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder