Star gazetesinin 8
Şubat 2015 tarihli nüshasında da haber olarak yer alan çalıştayın iki
oturumunda şu tür sorular ve sorunlar hakkında konuşuldu: İslam
dünyasındaki yüksek gerilimin sebepleri nelerdir? Bu gerilimin
düşürülmesi için neler yapılması gerekir? Radikalleşme eğilimleri hangi
kaynaklardan besleniyor? Bölgesel düzeyde etkin radikal dinî
hareketlerin Türkiye’yi etkileme potansiyelleri nedir? İslamofobinin
yükselişi ile mezhebî gerilimler arasında ne tür bir ilişki ve
etkileşimden söz edilebilir? Müslüman kardeşini önce tekfir, ardından
katledecek bir ruh haline sahip olmanın psiko-sosyal temelleri nedir?
Sanal network cemaatlerinin bütün bu olumsuz gelişmelere katkısı nedir?
Mezhepçiliği kırmak için mezhepliliğe yaklaşım tarzı nasıl olabilir?
Tedhişçi Selefi yayılmacılığın tesiri nasıl azaltılabilir? Sufilik ve
tasavvufa ön açmanın radikalleşme sorununu çözme kapasitesi ne
olabilir?
Motivasyon ve angajman
Bütün bu sorular ve sorunlarla ilgili tespitler/teşhisler bağlamında
ilkin çağdaş dinî hareketlerdeki radikalleşmenin bizatihi dinden veya
temel dinî metinlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı meselesine değinmek
gerekir. Kanımca radikalleşme olgusunda kaynaktan ziyade motivasyonlar,
küresel ve emperyal angajmanlar daha belirleyici faktörlerdir; bizatihi
din ve dinî metinler ise araç mesabesindedir. Hatta denilebilir ki din
mevcut toplumsal ve siyasal duruma göre dirlik ve düzeni pekiştirme veya
kaosu körükleme gibi farklı işlevler kazanan ve daha ziyade
meşrulaştırma aracı gibi kullanılan bir şeydir.
Daha açıkçası, İslam dünyasında güçlü bir siyasi düzen, nizam ve üst
otorite bulunduğunda, din mevcut düzen ve nizamı pekiştirici bir çimento
işlevi görebilir.
Ama diğer yandan da
tıpkı bugün tanık olunduğu gibi, İslam dünyasının farklı coğrafyalarında
kargaşa ve kaos hüküm sürerken din çatışma, ayrışma ve aynı zamanda
manipülasyon aracına dönüşebilir. Bu durum mezhepler için de geçerlidir.
Güçlü bir siyasi ve toplumsal istikrar ikliminde mezhepler İslam âlemi
için zenginlik olabilirken veya en azından böyle algılanmaya müsaitken
aksi durumda farklı mezhebi kimlikler ve aidiyetlere sahip müslüman
grupların geriye dönük hesaplaşma ve çatışmasının başat unsurlarından
biri olarak manipüle edilebilir.
Osmanlı’dan sonra
Gerek din referanslı radikalliğe savrulmaların, gerekse farklı mezhep
ve meşreplere sahip müslüman gruplar arasındaki ihtilaf ve çatışmaların
daha ziyade Ortadoğu merkezli olması din ve mezhep olgusunun siyasi
kaosun hüküm sürdüğü vasatlarda ayrışma, çatışma ve aynı zamanda
meşrulaştırma aracına dönüştüğünü tescilleyen bir gerçekliktir. İslam ve
müslümanların dünya üzerindeki en son ve büyük siyasi gücü olan
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği günden bu yana devam eden
Ortadoğu merkezli kaosta emperyal angajmanların çok önemli rol oynadığı
şüphesizdir. Ancak müslümanların bu angajmanlara açık ve kolayca
ayartılmaya teşne olmasının genel anlamda bütün ümmetin ruh sağlığının
bozulmasıyla yakından ilgili olduğu da belirtilmelidir. Bununla birlikte
din referanslı radikalleşme ve şiddetin İslam dünyasında daha ziyade
kimlikleri reddedilen, yaşam alanından itilip güçsüzleştirilen ve bu
yüzden hem kimliğini ispat hem de kendine güç ve nüfuz alanı açma
hedefine odaklamış çevrelerce başvurulan bir yol olduğu gözden
kaçırılmamalıdır. Zira meşru yoldan hedefe ulaşmanın hem daha maliyetli
hem de daha fazla mesai gerektirdiği malumdur.
Genelde İslam dünyasında, özelde Türkiye sathında dinî
radikalleşmenin temel faktörlerinden biri tek hakikatçi söylemin giderek
güç kazanması ve çokça taraftar bulmasıdır. Şiî dünyasında siyasetle
içiçelik arz eden ruhanî hiyerarşinin dinî bilgide tek hakikatçiliği
topluma empoze ederek farklı görüş ve yorum kültürünü ortadan kaldırdığı
söylenebilir. Ancak bu tespit sadece Şiî dünya için geçerli değildir.
Zira bugün Sünnî muhitte ve Türkiye’de de dinî alanda tek hakikatçi
anlayışı benimseyen, geniş kitlelerde dindarlık ayrışması veya ölçümüyle
ilgili tartışmaları körükleyen dinî-siyasî hareketler ve sekter üsluplu
vaiz tipolojilerinin hiç de az sayıda olmadığı aşikâr bir gerçektir.
Tek hakikatçilik söylemi
Tek hakikatçilik aynı dinin müntesiplerini birbirine düşürmenin
yanında hâkim dinî görüş ve kabulün temsilcilerine durumdan vazife
çıkarıp kendilerine dinî bir ödev yükleme fikri de aşılıyor. Hâliyle din
dili sivil, hoşgörülü ve farklılıklara tahammüllü karakterini
kaybediyor. Ali Bardakoğlu’nın tespitiyle, İslâm dünyasında teoride
kısmen, pratikte daha belirgin biçimde ortaya çıkan ve hayat tarzı
haline gelen, her biri “tek hakikatçi” söyleme sahip katı gelenekçilik
(Şiî ve Sünnî formlarıyla), siyasal İslâm, Selefilik, modernizm ve
laiklik gibi birbirinden hayli farklı söylemlere sahip akımlar giderek
güçleniyor. Sadece Afrika, Afganistan ve Pakistan’da değil, her bir
İslâm ülkesinde şahit olunduğu üzere dinî alanda görüş farklılaşması
çoğulcu bir perspektifle zenginlik olarak algılanmıyor; aksine tam bir
çekişme, kavga ve birbirini yok etme gerekçesi olarak kullanılıyor.
Bütün bu kötü gidişata rağmen, dinî referanslarla şiddet ve terör
üreten Işid gibi hareketlerin günümüz Türkiye’sinde niçin geniş taban
bulmadığı merak konusu olabilir ve bu bağlamda Türkiye’nin siyasi
otorite ve nizam açısından istikrarlı bir ülke olması, Türk halkının
“devlet”i baba gibi algılaması, ayrıca Diyanet kurumunun dinî alanda bir
regülatör işlevine sahip bulunması gibi tespitler yapılabilir. Bu arada
Türkiye’nin siyasi istikrardan ihraz ettiği inisiyatif imkânını bütün
bir İslam dünyasına yansıtıp ümmetin dağılmış koyunlarına çobanlık
yapmasının imkân dâhilinde olup olmadığı meselesine de kısaca değinmek
gerekir.
İttihad-ı İslam fikri
Bir bakış açısına göre 20. yüzyılın başlarında sıkça konuşulup
tartışılan “İttihad-ı İslam” fikrinin bugün yeniden gündeme taşınması ve
siyasi/seküler anlamda halifeliğin ihyası İslam dünyasındaki kaosa son
verecek bir üst otoritenin tesisine yönelik ciddi bir tekliftir. Ancak
başka bir bakış açısına göre bu teklif son derece romantiktir. Zira her
şeyden önce İslam dünyasında hilafet veya siyasi liderliği temsil rolünü
hangi ülkenin üstleneceği belli değildir. Üstelik hilafet kurumunun
hâlen T.B.M.M. bünyesinde mündemiç bulunduğunu söylemenin reel düzlemde
hiçbir anlamlı karşılığı yoktur. Türkiye’nin genelde İslam dünyasına,
özelde Arap âlemine din üzerinden konuşarak veya dinî mesajlar
yollayarak liderlik yapması da söz konusu değildir.
Türkiye’nin mezhepler üstü ve son derece kuşatıcı bir din diliyle
konuşsa dahi böyle bir liderliği deruhte etmesi pek mümkün
görünmemektedir. Zira Arap ve Acem (Şiî) dünyası mezhep konusunda bizden
çok daha tutucu ve daha mahirdir. Kaldı ki bütün bir İslam dünyasının
hâl-i hazırdaki kahir ekseriyetini temsil eden Ehl-i Sünnet ve Sünnîlik
bugünkü Türkiye özelinde dahi tam bir heyula hüviyetinde olup gerçekte
neye atıfta bulunduğu pek bilinmeyen ve hatta fiilî mezhepsizlik
durumunu imleyen bir olgudur. Denilebilir ki bilhassa Araplar nezdinde
Türkiye İslam nokta-i nazarından hemen hiçbir kıymet ifade etmemektedir.
Çünkü Araplar için İslam tabir caizse bir ecdat yadigârı olarak kendi
yerli mallarıdır. Bu sebeple, Türkiye’nin İslam dünyasına öncülük rolü
ancak yumuşak gücünü artırması ve siyasi, ekonomik alanlarda daha fazla
söz sahibi olup inisiyatif alması ile mümkün olabilir.
Dinî hareketlerde radikalleşme eğilimlerini en azından kısıtlama ve
yayılma hızını azaltma hususunda tasavvuf kültürünün imkân ve
kabiliyetinin ne olduğu meselesine gelince, en azından modern Türkiye
gerçekliğinde tasavvuf beklentileri karşılayacak ve bize ümit aşılayacak
bir durumda görünmemektedir. Çünkü bugünkü hâkim tasavvuf geleneği
entelektüel derinlik ve irfânî incelikten yoksun olan, çok kere de
mistik hezeyanlara mahal oluşturan bir karaktere sahiptir. Bunun başlıca
sebeplerinden biri, tasavvufun derinlikli ve gizemli birikiminin avam
üzerinde manevi otorite kurma vasıtası olarak görülmesi ve aynı zamanda
birçok cemaatin/tarikatın hâli hazırda sosyo-politik angajmanlara çok
açık hale gelmesidir. Dinî referansların ve din alanında konuşma
imkânlarının hayli yoğun olduğu günümüz Türkiye’sinde cemaatlerin mevcut
imkân ve nüfuzlarından bir türlü tatmin olmaması ve sürekli biçimde
daha fazla nüfuz, imtiyaz taleplerinde bulunması “sivil” alanın
sınırlarını aşarak sosyo-politik projelere iştirakçi olma arzusuyla
ilgilidir.
Paralel yapı gösterdi ki
Hâl böyleyken, bu ülkede cemaatler ve tarikatlar yıllar yılı sivil
karakterli yapılar olarak algılandı; ancak Gülen hareketi ve paralel
yapı hadisesi gösterdi ki bu çok büyük bir algı yanılgısıydı. Paralel
yapı vakasına bakarak sivil ceketimizdeki düğmelerden sadece birinin
yanlış iliklendiğini zannetmek de hâl-i hazırda gözlemlenen bir diğer
büyük yanılgı olarak not edilmelidir. Zira Türkiye’nin sivil toplum
müesseseleri olarak kabul edilen ve çok kere kendi hallerinde, kendi
sivil dünyalarında sırf hayırlı hizmetler verdikleri düşünülen birçok
cemaat ve tarikat aslında yanlış iliklenmiş düğmeler mesabesindedir.
Burada anlatılmak istenen husus, dinî cemaatler ve tarikatlar yok etmek
değil, gerçek hüviyetleri ve aslî işlevlerini doğru tespit etmek ve bu
yapıları ait oldukları sivil alanın sınırlarına çekmektir.
Sonuç olarak, İslam âleminde giderek ivme kazanan dinî hareketlerdeki
radikalleşme trendi bir yönüyle İslâm dünyasının aile içi sorunları
denebilecek ve tarihî kökleri Hz. Peygamber’in vefatına kadar
götürülebilecek ihtilaf dinamikleriyle, diğer bir yönüyle de dini
ideoloji gibi algılama ve dinî metinleri bilerek isteyerek tek ve mutlak
hakikatçi nazarla tarih ve gelenekteki çoğulculuktan sarf-ı nazar
ederek anakronik tarzda okuma ve anlama eğilimiyle ilgilidir.
Müslümanlar arasındaki kadim ihtilafların kaşınması ve eski savaş
baltalarının tarihin derinliklerinden bir kez daha çıkarılması ise
küresel aktörlerin özellikle Ortadoğu merkezli angajmanlarına bağlı
olarak neredeyse bütün bir İslam âleminin aynı delikten defalarca
ısırıldığı halde aklını başına toplamamasının, dolayısıyla bu büyük
zilletten hala ders çıkarmamasının çok acı bir göstergesidir.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/din-referansli-radikallesmenin-kaynaklari-ve-motivasyonlari/haber-1000448
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder