I
Çağdaş İslam düşüncesinin genel tasvir ve tahlilini amaçlayan bu
yazının başında şunu özellikle belirtmek gerekir ki burada söz konusu
olan ve İslam’a izafetle kullanılan “çağdaş düşünce” terkibi realitede
tek/tekil bir karşılığı olan veyahut bütün cüzleriyle insicamlı bir
fikrî bünyeye atıfta bulunan bir muhtevaya sahip değildir. Daha
açıkçası, İslam dünyası bağlamında genellikle XIX. asrın başıyla
tarihlendirilen ve şimdiki zamanı da içeren çağdaş/modern dönemde
birbirinden farklı, dolayısıyla çok renkli ve desenli İslâmî düşünceler
mevcuttur. Kabaca bir tespitle denebilir ki bu düşünceler İslam’ın ne
aynıdır ne gayrıdır. Aslında her biri farklı bir İslam
yorumundan/algısından ibarettir. Bu sebeple, İslam’a muzaf
düşüncelerdeki izafet itibaridir. Keza bunların çağdaş (modern) oluş
keyfiyetleri de izafi ve itibaridir. Çünkü çağdaş kelimesi değerden
bağımsız anlam ve kullanımıyla tarihin şimdiki uğrağına işaret eder. Bu
zaviyeden bakıldığında düşüncede çağdaş/modern olan ile geleneksel olan
arasındaki farkı zaman tayin eder. Buna göre yakın geçmişe ve bugüne ait
her düşünce çağdaş/moderndir; zamanın geçmesiyle geleneksel hâle gelir.
Haddi zatında bugün geleneksel diye nitelenen düşünceler de ortaya
çıktıkları dönemlerde çağdaş idiler; ancak müruru zamanla
gelenekselleştiler. Aynı şekilde bugün çağdaş denilen düşünceler de
zamanın geçmesiyle geleneksel hüviyete bürünecek ve böylece geleneğin
bir parçası hâline gelecektir. Zira gelenek zaman içinde biteviye oluşan
bir birikimdir. Çağdaş olan şey ise bu birikimin şimdilik son cüz’ünden
ibarettir ve bu manada çağdaş/çağdaşlık kavramı değer yüklü değildir.
Fakat bu kavrama değer yüklemek, yani geçmişte kalan ve eski olanı
kıymetsiz, nevzuhur olanı kıymetli saymak ve bu kıymetliliği terakki ve
temeddün ile özdeş kılmak söz konusu olduğunda, gelenek kavramı da
mukabil bir değer kazanır ve böylece çağdaş/modern ile gelenek
birbirinin karşıtı olarak konumlanır. Bu açıdan bakıldığında, çağdaş
İslam düşüncesinde hâkim bir eğilim olarak yeni, yenilik ve yenilikçilik
gibi kavramlara müspet, eskiye ve geleneğe menfi bir anlam yüklendiği
söylenebilir. Bununla birlikte kadim gelenekle bütün bağlarını koparmış,
onu tümden yok saymış bir çağdaş İslam düşüncesinden söz etmek de pek
mümkün değildir.
Modern dönemde kendini İslam’a izafe eden düşüncelerin temel iddia ve
önermeleri büyük ölçüde harici sâiklerin sevkiyle belirlenmiştir. Söz
konusu sâiklerden maksat, özellikle son birkaç yüzyıllık dönemde büyük
bir maddi güç kazanan ve muhaliflerine galebe çalan Batı’nın siyasi,
askerî, ekonomik ve kültürel sadmeleridir. Zira XVIII. yüzyıldan
itibaren genelde bütün İslam âlemi, özelde Osmanlı Devleti Batı’dan
gelen çok yönlü sadmelere maruz kalmış ve bu sadmeleri en az hasarla
savuşturmaya çalışmıştır. Hâliyle, modern dönem İslam dünyasına ait
düşünceler de aynı sadmelere mukabele gayretiyle ortaya çıkmıştır.
İslam dünyasının Batı’ya mukabelesi kabaca üç şekilde olmuştur.
Birincisi, Batı’ya ait ne varsa tümden reddetme ve Batı’nın sadmeleri
karşısında adeta “Acımadı kii!..” deyip bir taraftan kendi işine bakma
ve kabuğuna çekilme, diğer taraftan da mazinin üstünlük ve ihtişamında
hâlihazırın perişanlığına teselli arama şeklinde; ikincisi derin bir
hayranlık ve hürmete binaen, “Batı’nın vurduğu yerde gül biter.”
düşüncesiyle tümden benimseme ve parlak istikbalin Batı’da olduğunu
vehmetme şeklinde tezahür etmiştir. Üçüncü mukabele ise kısmen red
kısmen kabul ya da şartlı kabul eğilimi şeklinde kendini göstermiştir.
Batı kaynaklı düşünce ve değerleri kökten reddedip İslam nokta-i
nazarından menfur, menhus ve meş’um olarak gören eğilim, İslam’ın
bekasının ve ilâhî vasfını muhafazasının yenilik ve dinamiklikle değil,
asillik ve sabitlikle kaim olduğunu, dolayısıyla yeniye ve yenilenmeye
ihtiyaç bulunmadığını, bugüne kadar karşılaşılan ve ileride
karşılaşılması muhtemel olan bütün problemlerin naslarda ve önceki
nesillere ait ilmî müktesebatta çözüme kavuşturulduğunu, bize düşen
görevin ibda, icat peşinde koşmaktan öte geçmişten tevarüs edilen zengin
mirası adamakıllı araştırmaktan ve yerli yerinde kullanmaktan ibaret
olduğunu savunmuştur. Bu eğilimin temsilcileri arasında son dönem
Osmanlı ulemasından Muhammed Zâhid el-Kevserî (ö. 1952), Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi (ö. 1954) gibi isimler zikredilebilir. Mısır’da
bazı Ezher mensupları ile Hint alt kıtasında Nedvetü’l-Ulema ve
Diyûbendîlerin bir grubu da kısmen aynı kategoride değerlendirilebilir.
Bu muhafazakâr ve gelenekçi tavır, din ve dinî meselelerin çağdaşlıkla
ilişkisini bir bakıma hükümsüz saydığı, çağdaşlık olgusunu arızî bir
durum olarak paranteze aldığı için çalışmamız açısından sadet dışıdır.
Batı’ya ve Batı kaynaklı değerlere mukabelesi derin hayranlık şeklinde
tezahür eden eğilime gelince, bu eğilim İslam’ı irtica kalıpları içinde
bir ayak bağı olarak algılamış, dolayısıyla terakki ve temeddünü batıl
itikatlar bütünü olarak tanımladığı din ve dinî değerlerden arınmış bir
dünya görüşüne sahip olmaya bağlamıştır. Son dönem Osmanlı’da, II.
Meşrutiyet’in sağladığı serbest fikir ortamında, “materyalist
müctehid”(!) Doktor Abdullah Cevdet (ö. 1932) tarafından 1911’de
yayımlanan İctihad dergisi, Baha Tevfik (ö. 1914) tarafından 1913’te yayımlanan Felsefe Mecmuası ve yine aynı yıllarda Kılıçzâde Hakkı (ö. 1960) tarafından yayım hayatına sokulan Hürriyet-i Fikriyye, Uhuvvet-i Fikriyye gibi dergiler etrafında toplanan Garpçı zihniyetin temsilcileri başta Ludwig Büchner’in (ö. 1899) Madde ve Kuvvet ismiyle Türkçeye çevrilen Kraft und Stoff
adlı eseri -ki bu eser son dönem Osmanlı toplumunda en çok satan
materyalist kitap olma özelliğine sahiptir- sayesinde tanıştıkları XIX.
yüzyıl Alman vülgermateryalizmi olmak üzere dönemin Batı dünyasına ait
Pozitivizm, Darwinizm, Freudizm gibi düşünce akımlarına ve ikinci sınıf
Batılı fikir adamlarına kendilerini kaptırarak, Osmanlı toplumundaki
idarî, siyasi, fikrî muhtevalı tüm problemlerin çözümü için topyekûn
batılılaşmadan başka bir alternatif bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
“Din avamın ilmi, ilim havasın dinidir” (A. Cevdet) iddiasını savunan ve
bu iddiaya mütenasip olarak, “Biz hâlâ istiyoruz ki 1300 sene evvel
çölde, çöl için yapılmış kavânîn ve nizâmât ile Avrupa kıtasının en
mühim noktasında icrâ-yı hükümet edelim” gibi eleştirilerde bulunan bu
zihniyet, dönemin popüler materyalist cereyanlarına basmakalıp atıflarla
din ve dinî değerleri tezyif, Batılı değerleri tebcil etmeyi kendine
vazife bilmiştir.
Modern dönem İslam dünyasında Batı’ya mukabelenin en yaygın şekli,
kendi içinde farklılıklar bulunmakla birlikte, kısmen red kısmen kabul
yahut kısmen redçi kısmen telifçi ve terkipçi bir eğilim olarak kendini
göstermiştir. İslam dünyasındaki inhitat, inkıraz ve taahhür probleminin
dinden değil, geleneksel din telakkisinden kaynaklandığına inanan bu
hâkim ve temsil gücü yüksek eğilim ağırlıklı olarak dinî tefekkürde
ıslah ve tecdit projesi üzerinde durmuştur. Bu noktada denebilir ki
ıslah ve ıslahçılık projesi çağdaş İslam düşüncesinin ana damarını
oluşturur. Başka bir ifadeyle, çağdaş İslâmî düşünce akımlarının pek
çoğundaki mümeyyiz vasıf ıslah kavramında ifadesini bulur. Arapçada “iyi
ve yararlı olma” anlamındaki “salâh” kökünden türemiş bir kelime olan
ıslah genel çerçevede, “düzeltmek, iyi hale getirmek” manasında
kullanılır ve bir ölçüde Batıdaki reform kelimesine karşılık gelir.
Modern İslamî literatürde ise teknik, sistematik ve dar anlamıyla
bilhassa Cemâleddin Efgânî (ö. 1897), Muhammed Abduh (ö. 1905) ve Reşid
Rıza’nın (ö. 1935) öncülüğünde gelişen ve Selefî akılcılık diye de
nitelenen düşünce tarzını ifade eder. Daha genel olarak da son iki
asırlık zaman diliminde İslamî kimliğe atıf şartıyla yenilik taraftarı
olan ve İslam dünyasının yenilenmeye muhtaç olduğu fikrini savunan
çevrelere delalet eder.
Bu açıdan bakıldığında son dönem Osmanlı Türkiye’sinde Tunuslu
Hayreddin Paşa’dan (ö. 1890) Said Halim Paşa’ya (ö. 1921), Hint alt
kıtasında Seyyid Ahmed Han (ö. 1898), Çerağ Ali (ö. 1895) ve Seyyid Emir
Ali’den (ö. 1928) Şiblî Nu’mânî (ö. 1914), Muhammed İkbal (ö. 1938) ve
Fazlur Rahman’a (ö. 1988), İran’daki Meşrutiyet hareketinin öncülerinden
Bihbehânî (ö. 1910) ve Seyyid Muhammed Tabatabâî’den (ö. 1921) İran
İslam devriminin gerçekleşmesinde önemli rol oynayan Murtaza Mutahharî
(ö. 1979), Ali Şeriatî (ö. 1977), Mahmûd Tâlekânî’ye (ö. 1980),
Tataristan ve Orta Asya’da Gaspıralı İsmail Bey’den (ö. 1914) Musa
Carullah Bigiyef’e (ö. 1949), Mısır’da Rifâ’a Tahtâvî (ö. 1873), M.
Ferid Vecdi (ö. 1954), Kâsım Emîn (ö. 1908), Ahmed Emîn (ö 1954) ve
Hasan Hanefî’den Sudan’da Mahmud Muhammed Taha’ya (ö. 1985), Cezayir’de
Mâlik b. Nebî’den (ö. 1973) Fas’ta Muhammed Âbid el-Câbirî’ye (ö. 2010),
ekol ve eğilim düzeyinde ise Tataristan ve Orta Asya’daki Ceditcilikten
Hint alt kıtasındaki Ehlü’z-Zikr ve’l-Kur’ân ekolüne, Endonezya’daki
Muhammediyye hareketinden son dönem Osmanlı Türkiye’sindeki İslamcılık
akımına kadar dinî tefekkürün tashih ve tadil edilmesi gerektiği fikrini
dillendiren çevrelerin hemen hepsi ıslahçılık kapsamına girer. Bununla
birlikte Mısır merkezli “Selefî Akılcılık” ve/veya “Yeni Selefîlik”
çağdaş İslam düşüncesindeki ıslah projesini en güçlü ve etkili biçimde
neşreden ekol olarak tebarüz eder.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=487
Hocamızın yazı dilinin çok ağır olduğunu düşünüyorum."mürur,nevzuhur,sadme,menfur,menhus,meş'um,ibda ....vs.vs."
YanıtlaSilYanımıza sözlük alınmadan neredeyse okunamayacak. Ha derseniz ki biz bu yazıları herkesin okuması ve anlaması için değil,akademik çalışanlar ve ileri seviyede dil bilgisine sahip olanlar için koyduk o zaman amenna. Yok değilse hocamızdan ricamız yazı dilini biraz daha herkesin anlayabileceği şekilde hafifletmesi. Allah hocamıza ve sizlere uzun ömürler nasip etsin. Tefsirini de dört gözle bekliyoruz hocamızın.