VII
Gelinen bu noktada çağdaş ıslahçılığın dil dizgesi üzerinde de durmak gerekir. Zira ıslahçı hareket geleneksel İslam anlayışını tenkit hususunda kendinden son derece emin, iddialı, hatta tafralı bir üslupla konuşurken, Batı’nın İslam’a yönelik tenkitleri karşısında çoğu zaman savunmacı (apolojik), kimi zaman da tarziye verici (özür beyan edici) bir dil ve üslup geliştirmiştir. Mesela Abduh’un el-İslâm ve’r-red alâ Müntekıdîh ve el-İslâm ve’n-Nasrâniyye adlı eserlerinde savunmacı üslup hâkimdir. Fransız şarkiyatçısı Ernest Renan’ın (ö. 1892) “İslam ve İlim” konulu meşhur konferansındaki, “İslam ve müslümanların akıl ve bilimle münasebetleri yoktur” iddiasına Efgânî’nin yazdığı reddiyede ise baştan sona tarziye verici bir üslup göze çarpmaktadır. O kadar ki Efgânî sözde reddiyesinde Renan’ın iddiasını teyit edercesine şunları yazmıştır:
Şayet İslam dininin ilmin gelişmesine engel olduğu doğruysa, bu engelin
bir gün ortadan kalkmayacağı da iddia edilebilir mi? İslam dini bu
noktada diğer dinlerden nasıl ayrılır? Bütün dinler her biri kendi
yolunda toleranssızdır. Hıristiyan dini -bu dinin telkinlerini,
öğretilerini takip eden toplumu kastediyorum- yukarıda bahsettiğim ilk
dönemden çıkmıştır; o zamandan beri hür ve bağımsız, terakki ve ilim
yolunda hızla ilerler gözükmektedir. Hâlbuki İslam toplumu dinin
vesayetinden henüz kurtulamamıştır(…)
Gerçekten, İslam dini ilmi boğmaya, gelişmesini durdurmaya çalıştı.
Nitekim o felsefi ve entelektüel hareketi duraksatmada, kafaları ilmî
gerçeği araştırmaktan caydırmada başarılı oldu (...) Mamafih şöyle bir
soru makul olabilir: Arap medeniyeti niçin dünya üzerine böyle bir ışık
gönderdikten sonra aniden söndü? Niçin bu meşale yanmaya devam etmiyor
ve niçin Arap dünyası hâlâ karanlıklar içinde bulunmaktadır? Burada
İslam dininin mesuliyeti tamamıyla ortaya çıkıyor. Açıktır ki o nereye
kök salmışsa, ilmi boğmaya uğraşmış ve despotizm tarafından onun
niyetlerine hayret verici bir şekilde hizmet edilmiştir.
Kur’an’dan bilim üretme veya hemen her bilimsel gelişmeyi bir şekilde Kur’an’la ilişkilendirme çabasında, bugün artık ciddi biçimde sorgulanan pozitivist düşüncenin izlerine rastlamak mümkündür. Ne tuhaftır ki ümmet pozitivist düşünceye metafizik lehine karşı çıkmakla birlikte bu düşüncenin en temel bileşeni olan deney ve olguya dayalı bilim ve bilimsel bilgiye büyük teveccüh göstermektedir. Bu ironik durum, bir kişinin kendi cellâdına âşık olmasına ve/veya kendisini rehin alan kimseye bir süre sonra hayranlık duymasına (Stockholm Sendromu) benzetilebilir. Çünkü müslümanlar özellikle son iki yüzyıldan bu yana biraz gıpta, biraz haset ama daha çok da nefret duygusuyla hemen her fırsatta eleştirdikleri Batı kültürünün ürünü olan bilimsel bilgiye çok kere abartılı bir müspet değer yüklemekte, bunu bir tebcil aracı olarak Kur’an ve tefsir sahasında istimal etmektedirler. Böylece Kur’an’ın her çağla çağdaş olduğunu bilimle de ispatladıklarını düşünmektedirler. Hâlbuki bu yaklaşımda asıl paye bilime verilmekte, dolayısıyla Kur’an bilim karşısında bir bakıma mahcup edilmektedir. Öte yandan, bilimselci tefsir eğiliminin Kur’an’daki temel kavramlardan biri olan “ilm”i modern bilimle eşleştirmiş olması kesinlikle büyük bir cürümdür. Zira Kur’an’da geçen “ilm”, “âlim”, “ulema” gibi kavramların bugünkü yaygın anlam ve kullanımlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Gerçekte Kur’an’daki “el-ilm”, vahiyden beslenen kesin doğru bilgi demektir ve bu manada her şeyden çok iman ve ubudiyetle ilişkilidir. Nitekim bazı hadislerde ilmin ayet, sünnet, din gibi kavramlarla özdeş kılınması da bunun göstergesidir.
İlmin bir anlamda din olması, vahyin ilme nüfuz edip onu aydınlatması demektir. Aydınlatmada vahyin ilme kazandırdığı iman boyutu kendini gösterir. Vahiy-iman-ilim ilişkisi içerisinde âlimin kesbettiği tutum, sahip olunan bilgiye lakayt kalmayı salık veren tutumdan çok farklıdır. Zira âlim ile sahip olduğu ilim arasındaki ilişki, aydın ya da aydınlatıcı bilgi olarak tabir edebileceğimiz çok özel nitelikli bir bilgiyle kurulur. Nurânîlik vasfını haiz bu bilgi aynı zamanda pratik hayata yansır ve bu yansıma tam da “ilimle amel” yahut “ilmiyle âmil olmak” diye ifade edilen tecrübeye karşılık gelir.
Kısacası, Kur’an’ın âlim diye nitelendirdiği kimse kuru bilgi (malumat) sahibine değil, marifet ehline delalet eder. Marifet denen şey, bilimsel ve deneysel bilginin ötesindeki ilim, nefsini ve rabbini tanımak suretiyle insanı dünya ve ahiret saadetine sevk eden bir bilgidir. Nitekim Ankebût 29/43. ayette geçen “el-âlimûn” (âlimler) kelimesi Hz. Peygamber’e atfedilen bir rivayette, “Allah’a bağlanan, O’na itaat edip isyandan kaçınan kimseler” diye açıklanmıştır. Şüphesiz Kur’an’da ilm kelimesinin vahiyle ilişkisi bulunmayan bilgi anlamında geçtiği yerler de vardır; fakat özellikle bilgi, bilim ve öğrenmenin İslam’da ne denli önem arz ettiğini göstermek için sık sık hutbelerde, vaazlarda mealleriyle okunan, ilköğretim din kültürü kitaplarında spot cümleler hâlinde yazılan mezkûr ayetlerdeki anlam ve kullanımın hiçbir seküler ima ve işareti yoktur.
Bu mesele bir tarafa, İslam dünyasındaki geri kalmışlık problemini aşma yolunda Batı kaynaklı modern bilimden istifadeyi şartsız kabul etme anlayışının, aşağılık kompleksine imalarının yanı sıra basiret körlüğü denebilecek bir illetle de malul olduğu söylenebilir. Şemseddin Sâmi’nin (ö. 1904), “Hâlbuki İbn Sina’nın tıbbıyla sıtmayı bile kesmeye muktedir olamayacağımız gibi Câhiz’in kimyası ve İbn Rüşd’ün hikmetiyle de ne demiryolu lokomotifi ile vapuru kullanabiliriz, ne telgraf kullanabiliriz. Bunun için biz ulemâ-i İslam’ın âsârıyla uğraşmayı tarih ve âsâr-ı atîka ulemasına bırakarak, temeddün etmek ister isek, ulûm ve funûnu Avrupa medeniyet-i hâzırasından almalıyız” şeklindeki ifadelerinde hem aşağılık kompleksini hem de terakki ve temeddünün maddi ilerlemeden ibaret olduğu vehmini, Âkif’in, “Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız” dizesinde ise teknik bilgi ve bilimin değer yüklü olmadığı kanaatini teşhis etmek mümkündür.
Din-bilim arasında çatışma bulunmadığı, bilakis dinin bilim ve bilimsel araştırmayı teşvik ettiği, dolayısıyla temeddün ve terakkiye giden yolda bilimden azami nispette istifade edilmesi gerektiği Selefî ıslahçılıkta da hüsnü kabul görmüştür. Mesela Reşid Rıza, müslüman gençlerin Avrupa’da eğitim gören ve Avrupalıların geliştirdikleri modern bilimler sahasında ciddiyetle çalışan Japon öğrencileri örnek alması gerektiğini söylemiş, dinin modern bilim ve teknolojiyle alıp veremediği herhangi bir şeyin bulunmadığını belirtmiştir. el-Menâr dergisinde Herbert Spencer (ö. 1903) ve Gustave le Bon (ö. 1931) gibi Batılı düşünürlerin eserlerini tanıtan Reşid Rıza, Avrupa’daki bilim ve demokrasi kültürünün İslam toplumlarında da gelişmesi gerektiğinin altını çizmiş, bu arada Batı düşüncesinde özellikle manevi ve ahlâki boyutun eksikliğine de dikkat çekmiştir. Sonuç olarak da Batı’nın maddi ilerleme ve gelişmeyle ilgili değerlerinin alınmasını, manevi ve ahlâki zaaflarının dışarıda tutulmasını önermiştir.Bir tür Japon modernleşmesine veya aşıyı kendinden yaparak modernleşme tecrübesine işaret eden bu fikriyat Türkiye’de Mehmed Âkif gibi İslamcılar tarafından da benimsenmiştir. Âkif, “Alınız ilmini Garb’ın alınız sanatını/Veriniz hem de mesainize son süratini/Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız/Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin yalnız” demiş, ama ardından şunu da eklemiştir: “İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin/Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için/Kendi ‘mahiyet-i ruhunuz’ olsun kılavuz/Çünkü beyhudedir ümmîd-i selamet onsuz.”
Bu anlayışa göre modern bilim değerden arınmış, tarafsız ve nesneldir. Dolayısıyla zararlı değil yararlıdır. İslam toplumlarının kalkınma sürecinde modern bilimin sunduğu imkânlardan azami ölçüde yararlanılmalıdır. Ne var ki Batı kaynaklı bilimi tebcil eden anlayış tarzı, XX. yüzyılın ikinci yarısında İsmail Râcî Fârukî (ö. 1986) gibi bazı müslüman düşünürler tarafından isabetsiz bulunmuştur. İslam dünyasının epistemolojik bir bunalım içinde olduğunu düşünen Fârukî bu bunalımdan çıkış yolunun bilginin İslâmîleştirilmesiyle mümkün olduğunu savunmuştur. Buna göre bir tarafta geleneksel İslamî bilgilerin, diğer tarafta modern bilimlerin ölçüsüz ve dengesiz biçimde yer aldığı eğitim sistemi bu iki başlılıktan kurtarılmalı ve iki farklı bilgi sistemi uzlaştırılmalıdır. Geçmişteki ıslahatçıların “Batı bilim ve teknolojisini aynen almak gerekir” diye düşündüklerini ve fakat Batı bilgi sisteminin İslâmî epistemolojiyle çatıştığı gerçeğini fark etmediklerini belirten Farukî’ye göre bilginin İslâmîleştirilmesine giden yolda beş temel aşama vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: (1) Modern disiplinleri iyi öğrenmek; (2) İslâmî kültür mirasına nüfuz etmek; (3) Modern bilimin her alanıyla İslam arasında kendine özgü bir uyum ve uzlaşma sağlamak; (4) İslam kültür mirasıyla modern bilgi arasında verimli bir terkip için metotlar geliştirmek; (5) İslam düşüncesini ilâhî modeli icra edecek ve ona işlerlik kazandıracak bir çerçeveye oturtmak.
1980’li yıllarda metafizik ve tarihî özellikleriyle “Islamic science” (İslam bilimi) kavramını ortaya atan Seyyid Hüseyin Nasr ile tasavvuf doktrinlerini esas alarak bilginin Batılı muhtevasından arındırılması (de-westernization of knowledge) gerektiğini vurgulayan Nâkib el-Attâs’ın çalışmalarıyla birlikte göz önüne alındığında Fârûkî’nin tezi, ortaklaşa ele alınan meselelere pratik çerçevede bir çözüm teklifi olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte onun tezinde İslâmîleştirilmesi önerilen bilgi dallarının sosyal bilimlere inhisar edilmesi, fen bilimlerinin ise kesin ve objektif kabul edilmesi modern bilim felsefesindeki yeni eğilimler açısından tenkit konusu yapılabileceği gibi Fazlur Rahman’ın bakış açısından hareketle bilgi denen şeyde İslâmîleştirme programlarına konu olabilecek bir muhtevanın bulunmadığını, çünkü bilginin özü itibariyle iyi olduğunu, kötülüğün onun kötü kullanımından doğduğunu ileri sürmek de mümkündür.
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=566
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder