Çağdaş İslam Düşüncesinin Serencamı (VI)


VI

Selefî ıslahçılıkta İslam’a sadakat, Kur’an ve Sünnet’e bağlılık şeklinde tarif edilir. Bu tarif kapsamında Sünnet’ten ziyade Kur’an dinin esası, hatta bütün boyutlarıyla dinin ta kendisi olarak değerlendirilir. Diğer bir deyişle, Kur’an dinin en temel kurucu metnidir ve ümmetin tarih boyunca ihtiyaç duyacağı her şeyi ilke olarak muhtevidir. Öte yandan Allah’ın temel taleplerini içeren ayetler mana ve mesaj yönünden gayet sarih olup izaha muhtaç değildir. Bu sebeple, mümin/müslüman kimseye düşen, hayatını bu ayetlerdeki emirler mucibince tanzim etmektir. Buna mukabil özellikle ilâhî sıfatlar ve ahiret ahvaliyle ilgili müteşabih ayetlerde zahirî anlamı kabul etmek, te’vil cihetine gitmemek gerekir. Çünkü te’vil bir bidat örneğidir. Bu çerçevede Hâricîlik, Cehmiyye, Kaderiyye, Bâtıniyye-İsmâiliyye ve Bâtıniyye’nin modern uzantıları konumundaki Bâbiyye ve Bahâiyye gibi fırkalara ait te’viller ile aşırı tasavvufî-işarî yorumlar tahrifle eşdeğerdir.

Kur’an’ı anlama-yorumlama (tefsir) meselesine gelince, tefsirin mahiyeti ve hedefi gayet basittir. Daha açıkçası, tefsirin temel hedefi ilâhî hitaptaki hidayet mesajını bütün yalınlık ve açıklığıyla ortaya koymaktan, dolayısıyla müminde dinî-ahlakî duyguyu canlandıracak, müminin dindarlığına doğru bir istikamet verecek hükümleri izahtan ibarettir. Bu sebeple tefsir, gelenekteki şekliyle rivayetlerle örülü masalsı kabuğundan, geniş ölçüde gramatik ve retorik ağırlıklı muhtevasından arındırılmalı, Kur’an doğrudan doğruya müminin idrakine sunulmalıdır. Bunu mümkün kılmak için de Kur’an tefsirinde, nüzul tarihine atıflar içeren merviyyatı bilinçli olarak göz ardı etmek ve Kur’an metnini bugün nazil olmuş gibi okumak gerekir. Çünkü Kur’an belli bir tarihsel ve toplumsal tecrübeye inhisar edilebilecek bir muhtevaya sahip değildir; bilakis onun mana ve mesajı evrensel ölçekli ve tarih-üstü niteliklidir. Ayrıca Kur’an mutlak hidayettir ve bu hidayetin hayata taşınması için Kur’an’ı doğrudan doğruya bugün hakkında konuşturmak, diğer bir deyişle güncelleştirmek (aktüalizasyon) gerekir. Bu bakış açısına göre klasik tefsir literatürü, sözgelimi Fahreddîn er-Râzî’nin (ö. 606/1210) Mefâtîhu’l-Ğayb’ı, tefsirden çok müellifinin yaşadığı döneme ait bir kültür ve bilim ansiklopedisi niteliğindedir. Hâlbuki müfessirin görevi, Kur’an’la ilgili ilgisiz kültürel birikimi tefsir adı altında cem etmek değil, ilâhî mesajın ferdî-içtimai hayata taşınmasına vesile olmaktır.

Efgânî’nin ön ayak olduğu İttihâd-ı İslam projesinin geniş çaplı kabul görmesinin etkisiyle Arap âleminde Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın yanı sıra Ferid Vecdî, Abdülaziz Çâviş, Mustafa el-Merâğî, Cemâleddîn el-Kâsımî, Tâhir el-Cezâirî, Mahmud Şeltût, Hasen el-Bennâ ve Seyyid Kutub, modern Şiî dünyada Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Muhammed Sâdıkî, Muhammed Takî Müderrisî, Nâsır Mekârim Şîrâzî, Muhammed Cevad Mağniyye, Hâşimî Rafsancânî, Mahmud Tâlekânî, son dönem Osmanlı Türkiye’sinde Mehmed Âkif, Bereketzâde İsmail Hakkı, Manastırlı İsmail Hakkı gibi isimlerce benimsenen, Cumhuriyet devrinde ise özellikle Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân (Kur’an’ın Gölgesinde) adlı tefsirinin 1970’li yılların başında Türkçeye çevrilmesini müteakiben daha ziyade siyasal İslamcı çevrelerce tercih edilen ve o günden bu yana popüler bir çizgide varlığını sürdüren bu Selefî/içtimai tefsir anlayışı ilk bakışta samimi ve sıcak görünse de pratik sonuçları itibariyle Kur’an’ın siyasi ve ideolojik bir metin olarak okunması, hatta Kur’an’dan mevcut siyasi rejimlere alternatif bir nizam üretme hedefine vasıta kılınması hasebiyle oldukça soğuk, kuru ve yavandır. Filvâki, Kur’an okumalarında Selefî-içtimaî tefsir anlayışını benimseyen çevrelerin müslüman olmanın gerekli kıldığı sıcaklık, samimiyet, hoşgörü, nezaket gibi hasletlerden çok sertlik, tahammülsüzlük, toleranssızlık, kabalık, kırıcılık, dışlayıcılık ve yargılayıcılık gibi tutum ve davranışlarla temayüz ettikleri de aşikâr bir gerçektir.

Basit ve sade tefsir lehine te’vili nefyetmeyi, Kur’an’ı hidayet mesajı olarak ön plana çıkarıp bu mesajı en yalın şekilde pratik hayatın gündemine getirmeyi öneren Selefî-içtimaî tefsir anlayışında problem teşkil eden bir diğer husus, prensipte İslam’a sadakatin “Kur’an ve Sünnet’e bağlılık” şeklinde tarif edilmesine mukabil, bağlılık vurgusunun çok bariz şekilde Kur’an eksenli olması, dolayısıyla Sünnet ve hadise karşı mesafeli ve soğuk bakılmasıdır. Sünnet konusundaki bu menfi ve mesafeli tavır XX. yüzyılın başlarından itibaren daha ileri noktalara taşınmıştır. Mesela Reşid Rıza’nın talebesi Muhammed Tevfîk Sıdkî (ö. 1920) el-Menâr dergisinde yayımlanan ve birkaç yıl sürecek bir tartışmaya da konu olan “el-İslâmu Hüve’l-Kur’anü Vahdeh” (İslam sadece Kur’an’dan ibarettir) başlıklı makalesinde dinî ahkâmın kaynağını Kur’an’a indirgerken Sünnet’in bütünüyle yerel ve tarihsel bir niteliğe/içeriğe sahip olduğunu ileri sürmüştür.

Dinî hükümlerin kaynağını Kur’an’a indirgeme eğilimi yaklaşık aynı zaman diliminde Hint alt kıtasında Seyyid Ahmed Han’ın tilmizleri konumundaki Ehlü’z-Zikr ve’l-Kur’an (el-Kur’âniyyûn/Kur’ancılar) ekolünün temsilcileri tarafından da benimsenmiştir. Yine bu eğilim, daha ılımlı denebilecek bir tarzda, Osmanlı’nın son dönemindeki İslamcılar arasında da kendisine taraftar bulmuştur. Mesela, Mısır merkezli Selefî-içtimaî tefsir anlayışının Türkiye’ye taşınmasında aktif rol üstlenen Mehmed Âkif, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı; asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerinde Kur’an’a dönüş diye nitelendirilebilecek bir anlayışı savunmuştur. Kur’an merkezli İslam anlayışı 1980’li yılların Türkiye’sinde başta Mealciler diye anılan grup olmak üzere Malatya ekolü gibi diğer bazı gruplar ile Hüseyin Atay, Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk gibi İlahiyatçı akademisyenler tarafından da farklı tonlarda savunulmuştur. Bu süreçte Sünnet’in teşrî değerini sorgulama ve hadisleri Kur’an’a arz etme yönündeki görüşlerin yaygınlık kazanmasına paralel olarak gitgide radikalleşen bir hadis karşıtlığı eğilimi zuhur etmiş, ancak etki-tepki prensibinin muktezasınca bu eğilimin karşısına güçlü bir hadis taraftarlığı da dikilmiştir.

Kur’an’a dönüş veya Kur’an merkezli İslam söylemi, dinî düşünceyi geleneksel tortulardan arındırıp saflaştırmayı hedef göstermekle birlikte, bu söylem pratikte salt Kur’an metninden hareketle yeni bir din ihdas etmek ve bunun için de çağdaş Kur’an üretimi denebilecek tarzda te’villere meyletmek gibi bir sonuca müncer olmuştur. Diğer taraftan Selefî-içtimâi tefsir anlayışında Kur’an’ın hidayet vasfını işlevsel kılmak, dolayısıyla onu doğrudan güncel meseleler hakkında konuşturmak gerektiği düşüncesi, kimi zaman yorumda makullük ve makbullük sınırlarını zorlamış, kimi zaman da Seyyid Kutub, Hasan el-Bennâ, Ali Şeriatî, Tâlekânî, M. Hüseyin Fadlallah gibi isimlerin yorumlarında görüleceği gibi, Kur’an’ın büyük ölçüde siyasi ve ideolojik bir metin olarak okunmasına yol açmıştır.
Netice itibariyle Selefî-içtimâi tefsir anlayışındaki evrensel mesaj vurgusu, Hz. Ali’nin “Kur’an konuşmaz; insanlar onu konuşturur” sözünde işaret edilen ciddi bir illetle maluldür. Bu illet çok kere Kur’an mesajını bugüne taşımak adına onu hiç konuşmadığı konular hakkında konuşturmak şeklinde tezahür etmektedir. Kur’an bu şekilde konuşturulunca, bir taraftan tefsirde ilke ve metottan söz etme imkânı kalmamakta, dolayısıyla “Ne olsa gider” anlayışı meşruiyet kazanmaktadır. Nitekim “Kur’an her çağın algılamalarına hitap edecek tarzda yeniden yorumlanmalıdır” diyen bir anlayışa göre sözgelimi Kur’an’daki “gebe develer salıverildiği zaman” (Tekvir 81/4) ifadesini dilden dile değil, çağdan çağa getirmek gerekir. Hayatında deve görmemiş bir adama gebe develerin salıverileceği bir günden bahsetmek, diriye değil ölüye hitaptır. Keza Kamer 54/19 ve diğer bazı ayetlerde sözü edilen “çöl/kum fırtınası”nı, Katerina veya Tsunami, Rûm suresi 30/2. ayette geçen “Rum” (Roma) kelimesini “Amerika” şeklinde yorumlamak, izah etmek, güncellemek, aktüel okumaya tabi tutmak gerekir. Hayatında çöl görmemiş bir adamı çöl fırtınası âfetiyle uyarmak, diriye değil ölüye hitaptır. Kur’an’ın bir “ölü metin” veya “eskiçağlar söylemi” olmaktan çıkarılması için böyle bir çaba kaçınılmazdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=561

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder