Kur’an metni on beş asırlık müesses İslam ve Müslümanlık
tecrübesinde sayısız istismara maruz kalmış, her ne kadar nazmı mevsuk
olsa da akla ziyan te’villerle anlam ve yorum düzeyinde bin bir çeşit
tahrife uğratılmıştır. Bunun böyle olması, bir yönüyle Kur’an’ın suskun
ve eli kolu bağlı hâlde yorumcunun insafına bırakılmış bir metin olarak
algılanması ve dolayısıyla onun hiç konuşmadığı şeyler hakkında
konuşturulmuş olmasıdır. Diğer bir yönüyle de Kur’an’ın ilahi
kelam/ferman vasfını haiz olması hasebiyle tüm Müslümanlar nazarında
mutlak hakikat kaynağını temsil ediyor olması ve bu büyük temsil
gücünden dolayı kendini İslam’a izafe eden her türlü görüş, düşünce ve
eylemin temel meşruiyet zeminini oluşturmasıdır. Kur’an’ın gerek İslam
kültür ve medeniyetinde kurucu metin olması, gerek hakikati aramanın en
doğru adresi olarak algılanması ve gerekse İslâm dairesi içinde emsalsiz
bir kutsallık ve otoriteye sahip bulunması Müslümanların varlık, bilgi
ve değer telakkileriyle irtibatlı bir olgudur. Zira İslam düşüncesinin
ana caddesindeki genel kabule göre varlık, bilgi ve değerin kaynağı
Allah’tır. Bu itibarla Kur’an’ın İslam düşünce sistemindeki konumu
mutlak surette merkezî olmak zorundadır. İşte bu zorunluluk sebebiyle
Müslümanlar nüzul döneminden bugüne değin dinî ve dünyevî meselelerle
ilgili hemen bütün norm ihtiyaçlarını öncelikle ve özellikle Kur’an’ın
sınırlı sayıda ayetten müteşekkil metninden karşılamaya çalışmışlardır.
Ne var ki mesele salt norm ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamış,
bilakis 15 asırlık tarihî tecrübe içerisinde ortaya çıkan hemen her
türlü fikir ve iddianın meşruiyeti de yine bu metinde aranmıştır.
Kur’an neden konuşmaz?
Bu durum ister istemez Kur’an’ın azami ölçüde semerelendirilmesine,
çok kere de basbayağı bir araç ve kaldıraç olarak kullanılması şeklinde
istismar edilmesine yol açmıştır. Kendisini “gayet açık ve anlaşılır”
diye tanımlayan Kur’an’ın bu denli kolay istismar edilebilirliği bir
açıdan tenzil sürecinin sona ermesiyle birlikte ayetlerin nüzul
ortamındaki dış bağlamının giderek kaybolması ve aslî mananın
muğlaklaşmasıyla, diğer bir açıdan da metindeki lafızların sentaktik ve
semantik bakımdan farklı anlam ihtimallerine hamledilebilir keyfiyette
olmasıyla çok yakından ilgili bir durumdur. Bu yüzdendir ki Hz. Ali hem
“Kur’an suskundur konuşmaz, onu insanlar konuşturur” demiş, hem de
Abdullah b. Abbas’ı Hâricîlerle müzakereye gönderdiği sırada, “Onlarla
tartışırken Kur’an’la istidlalde bulunma; çünkü Kur’an çeşitli manalara
muhtemildir. Sen sen ol, onlarla Sünnet üzerinden tartış” sözüyle Kur’an
metninin istismar edilebilirliğine dikkat çekmiştir. Nitekim asırlar
boyunca her mezhep ve grup hasmına karşı argüman oluştururken Kur’an’ı
dilediği gibi konuşturmayı başarabilmiştir. O kadar ki bir mezhebin
müteşabihattan saydığı ayet, diğer bir mezhep tarafından muhkem
addedilmiştir. Bu vahim gerçek Âl-i İmrân 3/7. ayetin tefsirinde
Fahreddîn er-Râzî tarafından,”Ümmetin çoğunluğu (cumhûr-i nâs) nezdinde
öteden beri cari olan kural, herhangi bir mezhebe mensup kimselerin
kendi görüşlerine uygun düşen her ayeti muhkem, hasımlarının görüşüne
uygun düşen her ayeti de müteşabih saymalarıdır” diye itiraf edilmiştir.
Öte yandan, hicrî ikinci yüzyılda yaşamış olan Basra kadısı
Ubeydullah b. el-Hasen de Kur’an metnini gerek kendi nüzul bağlamından,
gerekse bu tarihî bağlam içerisinde Arap dilinin toplumsal oydaşmaya
dayalı yaygın kullanımından kopuk biçimde anlama ve yorumlamanın ne tür
sonuçlar doğuracağı konusunda ibretlik bir söz olarak şunları
söylemiştir: “Kur’an ihtilafa delalet eder. ‘Kader diye bir şey yoktur’
görüşü doğrudur; çünkü Kur’an’da bu görüşün dayanağı mevcuttur. Sınırsız
ilahi irade karşısında insan iradesinden söz edilemeyeceği (cebr)
görüşü de doğrudur; zira bu görüşün de Kur’an da dayanağı mevcuttur. Her
kim bu iki görüşten birini savunursa isabet kaydetmiş olur; çünkü bir
ayet iki farklı anlam boyutuna sahip olabilir ve birbirine zıt iki
manaya hamlolunabilir... Her kim zina eden bir kimseyi mümin olarak
nitelendirirse isabet etmiş olur. Buna mukabil zinakârı kâfir olarak
nitelendiren kimse de isabet etmiş olur. Öte yandan, ‘Zinakâr ne
mümindir ne kâfirdir; gerçekte o fasıktır’ diyen kimse de haklıdır.
‘Zinakâr ne mümindir ne kâfirdir; o münafıktır’ diyen kimse de haklıdır.
‘Zinakâr müşrik değil, kâfirdir’ diyen kimse de haklıdır; keza ‘Zinakâr
hem kâfir hem müşriktir’ diyen kimse de haklıdır. Çünkü Kur’an bütün bu
farklı manalara delalet etmektedir.”
Maalesef, geçmişte
olduğu gibi bugün de akla ziyan bir Kur’an istismarıyla karşı
karşıyayız. Eski zamanlarda bu tür istismarlar çoğunlukla mezhebî ve
siyasi ön kabulleri Kur’an’a onaylatmak, böylelikle kendi mezhebine
sağlam bir meşruiyet zemini oluşturmak adına yapılır, üstelik bu iş Arap
diline, usul kaidelerine atıflarla az çok namusluca yapılırdı. Ama
bugün bu yazıya konu olan istismar ilmî ciddiyet ve haysiyetle
yakından-uzaktan hiçbir alakası olmayan, bilakis hem te’vil kılıfında
düpedüz tahrif hem de basbayağı hezeyan şeklinde karşımıza çıkanbir
istismar formudur. Bu çirkin istismarın sahibi, vaktiyle Mekke
Rasullerin Yolu adlı bir eser yazan ve fakat ilerleyen zamanlarda bu
kitapta serdettiği fikirleri, “O kitap ilk dönem kitaplarımdandı. Daha
sonra o kitaplarımdaki hareket noktam olan bazı görüşlerime çok
katılmadığımı ilanla belirttim” tarzındaki beyanlarla bir nevi tekzip
edip paralelcilikte karar kılan, hatta paralelciliğin “alaylı tefsir
hocası” konumunda bulunan Ali Ünal adlı zattır. Bu zat Zaman gazetesinin
19.05.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Musibete Davetiye Çıkarmak”
başlıklı makalesinde ilkin paralelci terminolojinin o çok bilindik
fiyakalı jargonuyla bir tür vaaz veriyor, müteakiben asıl karın ağrısını
ifade safhasına geçiyor. Tam bu safhada, “Bugün Türkiye’de bir başbakan
ve hükümeti var ki, tatminsiz bir hırsla belki tarihin en büyük, en
kapsamlı yolsuzluk ve rüşvet bataklığına düşme suçlamasına muhatap...
Tarifi imkânsız bir kin ve düşmanlık, kalb katılığı ve kibir, vicdanları
esir almış” gibi ifadelerle Başbakan ve hükümete yönelik öfkesini bir
güzel kusan mezbur zat bu arada gayet arabesk bir dil ve üslupla kendi
cemaatinin liderini “mazlum ve masum rehber” sıfatıyla, yargı ve
emniyette yuvalanmış cemaat ajanlarını da “zulme uğramış zavallılar”
edebiyatıyla bir çırpıda ibra ettikten sonra, Soma faciasını da fırsat
bilerek, siyasi iktidara destek verenleri adeta Allah adına parmak
sallayarak tehdit ediyor ve bu tehdidinde Hûd suresi 11/113. ayetin
“velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” şeklindeki kısmını
silah olarak kullanıyor.
Allah’a iftira etmek!
Ünal’ın, “Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateş dokunur” diye
çok amorf biçimde çevirdiği bu ayeti istimal/istismar tarzından
anlaşıldığı kadarıyla “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr”
ifadesindeki “ellezînezalemû”(zalimler) lafzı Başbakan ve hükümete
karşılık gelmekte, hâliyle “fe-temessekümü’n-nâr” ifadesindeki “küm”
(siz) zamiri de, Soma’daki maden faciasında can veren 301 maden işçisine
zımnî atıfla, Başbakan ve hükümete destek veren milyonlarca Müslüman
insana işaret etmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki söz konusu
ayeti muhtevi olan Hûd suresi Mekke döneminde inmiştir. Bu dönemde nazil
olan sureler ve ayetlerin hemen tamamındaki ana tema Hz. Peygamber ve
ilk Müslümanların Mekkeli müşriklerle mücadelesine dairdir. Nitekim İbn
Abbas, Katâde, Süddî, Ebü’l-Âliye gibi sahabi ve tâbiî müfessirler,
“paralel yorumcu” Ali Ünal’ın Başbakan ve ona destek verenlere
hamlettiği “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” ifadesini,
“Müşriklere meyletmeyin; onların yapıp ettiklerine rıza göstermeyin;
onların safına geçmeyin; onlara yağ çekmek ve şirin görünmek gibi bir
tavır sergilemeyin” diye izah etmişlerdir ki bu izaha göre ayet, “[Ey
Müminler!] Allah’a eş ve ortak koşanlara sakın meyletmeyin, [tevhid
davasından] asla taviz vermeyin. Aksi hâlde cehennem ateşi sizi de
yakar!” şeklinde bir mana ve mesaj içermektedir. Kaldı ki Kur’an
terminolojisinde, özellikle de Mekki surelerde “zulüm” ve “zalim”
kelimeleri çoğunlukla “şirk” ve “müşrik” anlamına gelir. Dolayısıyla bu
kelimeleri neye atıfta bulunduğu belirsiz şekilde yorumlamamak gerekir.
Şayet böyle yorumlanıyorsa, hele de Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki
tevhid mücadelesine dair müstakil bir eser kaleme almış olan Ali Ünal
gibi biri böyle bir yorum yapıyorsa, bu yorum çok zayıf ihtimalle
cahillikten veya kuvvetle muhtemel olarak art niyettendir. Adı geçen
zatın yazısındaki muhtevaya bakılırsa bu yorumun ardındaki temel saik
kesinlikle art niyete ve aynı zamanda zıvanadan çıkma hâline işaret
etmektedir. Bu zat, Başbakan’ın çok haklı olarak “ahlaksızlık” diye
eleştirdiği ilk yazısının ardından 21.05.2014 tarihli Zaman gazetesinde
yayımladığı “Başbakan Suçuna Suçlu mu Arıyor?” başlıklı ikinci
makalesinde zikrettiği “Zalimlere meyletmeyin, destek olmayın, yoksa
size ateş dokunur” da yine Kur’an’ın âyeti (11:113). Bu yazdıklarım
doğru değilse, o zaman -haşa- Kur’an doğru söylemiyor demektir” şeklinde
yeni bir hezeyanda bulunuyor; evet, kelimenin tam manasıyla hezeyanda
bulunuyor; zira Kur’an zalimlere meyletme konusunda çok doğru söylüyor
ama Ünal’ın çarpıttığı gibi “zalimler” derken Müslüman idarecilerden
değil, müşriklerden söz ediyor. Şu halde ayeti Müslümanlara karşı mermi
gibi kullanan Ali Ünal Allah adına yalan söylüyor.
Yeri
gelmişken belirtmek gerekir ki eskinin sıkı İslamcısı, şimdinin hem
paralelci sosyologu hem alaylı Kur’an yorumcusu Ali Bulaç’ın bazı
yazılarında da benzer bir zıvanadan çıkmışlık emarelerine
rastlanmaktadır. Şöyle ki Bulaç Zaman gazetesinin 03.04.2014 tarihli
nüshasında yayımlanan “İnsanların Çoğu” başlıklı makalesinde 30 Mart
seçimlerinde AK Parti’ye destek veren yüzde kırk beşlik seçmen
kitlesini, hemen tamamı Mekkî surelerde geçen ve Mekke halkının müşrik
çoğunluğuna atfen “imana gelmemek, nankörlük etmek, dalalet içinde
yüzmek, hak ve hakikatten nefret etmek” gibi bir dizi olumsuz sıfatla
bir arada zikredilen “ekserü’n-nâs” (insanların çoğu) lafzının
medlulüyle özdeşleştirmiştir. Hâlbuki vaktiyle birçok tefsir karıştırmış
ve sonunda iyi-kötü bir meal hazırlamış olan Bulaç’ın Kur’an’daki
“ekserü’n-nâs” lafzının böyle bir mana ve medlule karşılık gelmediğini
bilmemesi pek mümkün değildir. Yok eğer gerçekten bilmiyorsa, bu denli
cahil olmasına maalesef, “yazık” demek gerekir.
‘Şantaj’ın müstahakı ne?
Vaktiyle Fethullah Gülen hakkında, “Artistlere
taş çıkartacak profesyonellikle ağlayıp ağlatan, üstelik Rasûlullah
adına saçma sapan rüyalar uyduran Hoca” gibi ifadeler kullanan
Bulaç aynı gazetenin 12.04.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Ey akıl ve vicdan sahipleri” başlıklı makalesinde ise “Hocaefendi” diye
zikrettiği Gülen’i eleştiren İlahiyatçılara -ki bu zümreye şahsımın da
dâhil olduğu şüphesizdir- “Size ne oluyor ki...” dedikten sonra,
hocaefendisine ait bilgi elde etme ve düşünme usulünün “hermenötik” ve
“tarihselci” olmadığını, aksine onun Kur’an ve Sünnet referansına
dayandığını özellikle belirtmiştir. Açıkça itiraf etmeliyim ki ben çok
sıkı bir tarihselciyim; ama benim tarihselci Müslümanlığım, bugüne değin
hangi kişinin hangi alüfteyle düşüp kalktığına dair bir istihbârî
tecessüse yahut sözüm ona Kur’an ve Sünnet referanslı vaazlarla yetişmiş
birçok memur şakirtten sadır olduğu veçhile, devletin ve devlet
bünyesindeki emniyet gibi teşkilatların imkânlarını kullanarak onca
insanın gizli ayıp ve günahlarının dedektifliğini yapmak, bunları
görüntülü ve sesli kayıt altına alıp şantaj malzemesi olarak depolamak,
yeri ve zamanı geldiğinde de cemaat adına çok etkili bir silah olarak
kullanmak gibi bir reziletle iştigal etmeme sebebiyet vermemiştir.
Sözün özü, Ali Ünal ve Ali Bulaç isimli paralelcilerin bahse konu
ettiğimiz yazılardaki ayet yorumları Kur’an’ı istismar etmenin en
pespaye örneklerinden birini oluşturmaktadır. Bu zatlar aslında
hocaefendilerinin, “Meryem [sırf ibadetle meşguliyet için] kendini
ailesinden ve diğer insanlardan tecrit etmişti. Biz ona ruhumuzu
gönderdik. Ruh ona eli yüzü düzgün bir erkek kılığında göründü”
mealindeki Meryem suresi 19/17. ayetten, “Hz. Muhammed Meryem’in kocası,
İsa’nın babasıdır” gibi bir sonuç çıkarması dikkate alındığında,
usta-çırak ilişkisi içinde Kur’an istismarına dair köklü bir geleneği
yaşatmaktadır. Ne var ki Kur’an ayetlerini sahabe, tâbiûn ve daha
sonraki müfessirlere ait izahlarla hiçbir şekilde bağdaşmaz biçimde bu
denli keyfi yorumlamak, Allah adına yalan konuşup bühtanda bulunmak gibi
çok tehlikeli bir cürüm işlemekten pek farklı bir anlam taşımamaktadır.
Bütün bunlar bir yana, söz konusu zatlar, hâl-i hazırda Kur’an’ı
istismar pahasına savundukları cemaatin kırk küsur yıllık tarihinde,
geçmişteki hiçbir dönemle kıyaslanamayacak kadar rahat etme, bu sayede
devletin en kritik kurumlarında alabildiğine palazlanma ve sonunda rahat
batmasıyla eşdeğer anlamda şımarıp azma imkânına kavuştuğu bir dönemin
siyasi iktidarına ve bu iktidara destek veren milyonlarca insana
zıvanadan çıkmış hâlde saldırmakla bir nevi yeminli nankörlüğün de ibret
verici temsilini yapmaktadır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 24 Mayıs 2014
Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/kim-neye-mustehak-gulen-ve-cemaati-namina-kuran-istismari/haber-886927
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder