Dünyaya gelmek elimde olaydı gelmezdim.
Buradan gitmek de ihtiyarımda olaydı hiç gider miydim?
Keşke bu kevn-fesat âlemine ne geleydim,
Ne burada olaydım, ne de buradan gideydim.
Ömer Hayyam
Meğer
hayat Ömer Hayyam’ın bu dizelerinde de az çok ifadesini bulan bir
paradoks, çok trajik bir olgu imiş. Hele de Allah’ın bunca yatırım
yaptığı “Halife”nin (Bakara 2/30) can, mal, güvenlik, haysiyet, şeref ve
en önemlisi de dinî-ahlâkî değer harîmini haleldar edecek tüm
mekanizmaların iş başında olduğu veya en azından hazır kıta bulunduğu
bir iklimde yaşamak meğer ne zor imiş.
Böylesine yaşamak, yani çocukken
meleklere, büyüyünce Allah’a emanet -ki burada anılan “emanet” Allah’ın
emanı altında olmayı değil, “Saldım çayıra mevlam kayıra” tekerlemesinde
dile gelen bedavadan yaşama durumunu karşılar- yaşamak gerçekten
kahredici…
Haddi
zatında dünyevî hayatın bizatihi kendisi esef verici. Zira ölmek için
doğuyorsun, haliyle bugün varsın yarın yoksun. Gerçi, “ölüm aslında bir
son değil, en hakiki hayat yurdunun giriş kapısıdır” şeklindeki muhkem
inanç, dünyada misafir olduğunu bilen insan için epeyce teskin edicidir;
ama son kertede, ölümün soğuk nefesini her dem ense kökünde hissetmek
hiç de haz verici değildir. Zannederim, buraya geldiğine pişman olanın
gitmeyi istememesi, bu hissiyattan olsa gerektir.
Öte
yandan, ortalıkta diz boyu kötülük olduğu da herkesin malumu. Bizim
teolojide ilâhî belâ ve ibtilanın cilvesinden sayılan tabiî ve gayr-i
tabii (ahlâkî) bütün kötülükler de “hayat” denen o trajik duygunun
tadına doyulmaz sosu. Mesela, Çernobil denen yerdeki birkaç eyyamcı
yüzünden kanser illetine yakalanmak, fırıldak bir müteahhit yüzünden
tonlarca betonun altında kalmak, Irak’ta hemen her gün onlarca masum
insan/müslüman kanının heder edilişine “Lanet olsun” deyip seyirci
kalmak, şimdilerde ise yine Irak’ta Sünnî ve Şiî Müslümanların
birbirlerini kesip biçme vahşetine tanık olmak, öte yandan Filistin’de,
yani sözüm ona Tanrı Yehova’nın kendi halkına tapuladığı topraklar(!)
üzerinde bir müslüman çocuğu olarak dünyaya geldiği için babasının
koynunda delik deşik edilen ana kuzusuna yanmak, ama İsrail’in
çocuklarıyla türdeş olmak gibi bir kadere her saniye isyan etmekten
başka bir şey yapamamak…
Allah’ın sözüne kulak verildiğinde bütün bunlar el-hayâtü’d-dünyâ’da
vuku bulması mukadder kötülüklerdir. Çünkü babamız Âdem Allah’ın
gözünden düştüğü (hubût) gün böyle takdir edilmiştir: Kâh şeytanla, kâh
şeytanlaşan “ben”imizle, kâh türdeşimiz olan ötekiyle kavga etmek ve
dünyada bu minval üzere belli bir süre yaşam kavgası vermek (7/A‘râf
24). Kuşkusuz, babamızın yediği erik biz torunların dişlerini
kamaştırmadı ama maalesef o zamandan bu yana kavgasız/gürültüsüz,
cürümsüz, cinayetsiz bir günümüz de olmadı…
İmdi,
bir Müslüman olarak bana düşen vazife, bizim başlatmadığımız ama
kendimizi tam ortasında bulduğumuz bu kavgadan en az hasarla çıkmak.
Naçizane kanaatime göre bunun ilk şartı, hem insanın kendi hayrı hem de
hayatı var edenin hatrı için dünyevileşme anlamındaki hayata mesafe
koymaktır. Zira dünyanın sahtekarlığına, son derece aldatıcı ve ayartıcı
olduğuna ilişkin ilâhî uyarılara dikkat buyurulduğunda Kur’an’daki
“el-hayâtü’d-dünyâ” tabirine, “adi, bayağı ve rezil hayat” anlamının ne
kadar çok yakıştığını anlamak için arif olmak gerekmez. Dolayısıyla, bu
tabirin betimleyici değil değer biçici -ki Kur’an’ın dünyaya biçtiği
değerin tam karşılığı değersizliktir- bir özellik taşıdığını kavramak da
fazladan bir zihinsel çaba gerektirmez.
İslâmî
gelenekte söz konusu tabiri -biraz abartılı olmakla birlikte- en iyi
anlayan zümre, hiç şüphe yok ki sufiler olmuştur. “Biraz abartılı”
demekten kastımız, “zühd”ün çoğu kez dünyaya büsbütün sırt çevirmek
biçiminde tecrübe edilmiş olmasıdır. Kanımca, dünyaya mesafe koymak,
kalıbı çürütmekten ziyade kalbi hayatın periferisinde kalmaya ikna
etmektir. Kalbi buna ikna etmek bir zarurettir. Çünkü birkaç günlüğüne
misafir olunan evin tapusunu istemek, en iyimser ifadeyle, arsızlıktır.
Hem
sonra bu hayat, kimi zaman insanı “Bir can verir bize bin alır; gideriz
gözümüz arkada kalır” (Bedri Rahmi) deme noktasına getiren acı
tecrübelere gebedir. Nitekim pek çok tecrübeyle sabittir ki bu gebelik
sonunda kucağımızda bulduğumuz kusursuz doğumların ekserisi acı, keder
ve sükût-ı hayal olur; mutluluk ve sevinçlerimiz ise çok kere prematüre
doğup hemencecik zeval bulur. Öyleyse, “el-hayâtu’d-dünyâ”nın acısına
mümkün mertebe aldırmadan, tatlısına da kanmadan emaneti sahibine teslim
etmek gerekir. Emaneti kırıp dökmeden teslim etmek için ise hayattan
çok, “ölüm”ün o soğuk ve sevimsiz yüzünü -maalesef- hatırlamak gerekir.
Tıpkı Hz. Ali’nin hatırladığı gibi:
Ey
yalnızlık diyarının, ıssız yerlerin, karanlık kabirlerin sakinleri! Ey
toprağa girip gurbete düşmüş, yalnızlığa eş olmuş, tenha yerlerin
sakinleri! Sizler bizden önce gelip gittiniz. Biz ise ardınıza düştük ki
size yetişmek üzereyiz. Sizin bırakıp gittiğiniz evlere yeni kiracılar
geldi. Yeni çiftler evlendi. Bize miras kalan mallar(ınız) çoktan taksim
edildi. İşte bizden haber; ya sizden ne haber? (Nehcü’l-Belâğa)
Halife
olduktan sonra pek çok kez ihanet, hıyanet ve gadre uğramasından ve
dahi güvendiği dağların çok kar kaldırdığını görmüş olmasından dolayı
genç yaşta saçı sakalı ağaran, ayrıca Cemel, Sıffîn, Nehrevân gibi son
derece acı olayları yaşamak gibi bir kadere mahkûm olan ve muhtemelen bu
yüzden dünyaya karşı çok ciddi rezervler koyan Hz. Ali bu sözü Sıffîn
savaşından dönüşte Kûfe civarındaki bir mezarlığın sakinlerine söyler ve
o esnada yanındaki kişiye dönerek şöyle der: “Eğer onların konuşmasına
izin verilseydi bize kesinlikle şunu söylerlerdi: fe-inne
hayra’z-zâdi’t-takvâ!
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=942
Ne yani şimdi Hira'ya geri mi dönelim? Ki Allah şu sözlerle çıkarmamış mıydı Resülünü Hira'dan: "Ey örtüsüne bürünen;
YanıtlaSilKalk ve çık Hira'dan!
Ve ilet;
İlan et olması gereken YAŞAM BİÇİMİNİ/islam..."
Kusura bakmayın ama siz yeni bir Gazali olma yolunda ilerliyorsunuz ve dünyayı "aşağı-bayağı-sefih" görüyorsunuz!
Oysa Allah Kur'an'da dünyalık vaad ediyor insanlara...
Ne zaman ki müslümanlar hayatlarını din ve dünya olarak ayırdı ve "abd"ın karşılığına da "kul" kavramını yerleştirdi, işte o zaman gömleğin düğmesini daha başından yanlış ilikledi...
Hata ediyorsunuz!
İşte size bir örnek:
İşte #USA tarafından kurtarılan #RAKKA !!!
Tıpkı #HALEP gibi!!!
"Onlara;
"Yeryüzünde FESAT çıkarmayın" denildiğinde,
"Biz ancak ISLAH edicileriz" derler.
(Elâ)/DİKKAT!
Onlar gerçek anlamda MÜFSİDLERİN/bozguncuların ta kendileridir.
Yeryüzünü İFSAT etmeyi;
Yakıp yıkmayı ve tarumar etmeyi iş edinmişler/görev olarak yüklenmişlerdir.
Bu ahvalleri apaçık bir hakikâtken, bunun şuurundan yoksunlar/anlamamazlıktan geliyorlar." Bakara/11-12
》》》》 Müslümana düşen sorumluluk, aşağıdaki ayette çok açık bir şekilde bildirilmiştir.
"GERÇEK ŞU Kİ;
[insanı] uyarıp öğüt verdikten sonra hikmetlerle dolu bütün ilahî kitaplarda;
Yeryüzüne SALİHLERİ
(dürüst, erdemli ve ISLAH eden işler/ameller ortaya koyan insanlık abidelerini)
VARİS kılacağımızı kaydettik" Enbiya/105
Hakan Çandır
kaanbilgekutadgu@gmail.com
bi sus be! yeter ulan! hoca ne demiş sen ne anlamışsın. bırakın şu retoriği, "laf koydum, Mustafa Öztürk'e karşı çıktım hahaha yaşasın" üslubunu" ya. ayıptır yazıktır günahtır. Seviyesizliğin lüzumu yok!
Sil