3 Temmuz’da General Sisi tarafından Mısır’da darbe ilan edildi ve bu
darbeyle Mursî yönetimine son verildi. Müteakiben, İslam dünyasının en
eski dinî eğitim kurumu olan el-Ezher’in başındaki Şeyh Ahmed
et-Tayyib’ten, “Darbe hiç fena olmadı” mealinde bir açıklama geldi.
Bunun ardından Ezherli ulema darbeye karşı sesini yükseltti ve Şeyh
et-Tayyib’in istifasını istedi. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de -pek
alışık olmadığımız bir şekilde- iç politika malzemesi gibi ele alınıp
tartışıldı. Bu arada kimi dikkatler Şeyh et-Tayyib’in darbe yanlısı
açıklamasına atıfla el-Ezher üzerinde yoğunlaştı. Şiî Fâtımîler
tarafından kurulan ve ismi muhtemelen Hz. Fatıma’nın Zehra lakabından
mülhem olan el-Ezher (çok parlak, çok güzel) bin küsur yıllık tarihî
geçmişe sahip bir kurumdur. Bidayette Fâtımî halifesi Muiz-Lidînillah’ın
emriyle, hicrî 359-361 (970-972) yılları arasında vezir Cevher Sıkıllî
tarafından Kahire şehrinin Cuma camii olarak yaptırılan ve Fâtımîlerce
Şiî-Batınî davet ideolojisine hizmet aracı olarak kullanılan bu kurum
Eyyûbîler döneminde (1171-1272) eski prestijini kaybetmiş ve aynı
zamanda Sünnîleştirilmiştir. Yaklaşık bir asır sonra Memlük Sultanı
Zâhir I. Baybars zamanında yeniden prestij kazanan el-Ezher külliye
haline getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Kahire’yi ele
geçirmesiyle el-Ezher’de Osmanlı dönemi başlamıştır. Bu dönemde
el-Ezher’e büyük ihtimam gösterilmiştir. Osmanlı idaresi el-Ezher’in
ilmî rolüne müdahalede bulunmadığı gibi mali kaynaklarına da
dokunmamıştır. Yine Osmanlı idaresi dinî ve ilmî işlerden sorumlu
şeyhü’l-ezherlik makamını ihdas etmiş ve el-Ezher’e hürmetin bir
göstergesi olarak şeyhin seçimini buradaki ulemaya bırakmıştır.
Ezher vatanseverliği
1798’de
Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında el-Ezher vatanseverliğin kalesi
olmuş ve 20 Ekim 1798 günü Kahire’de el-Ezher ulemasının önderliğinde
işgalci güçlere karşı bir halk ayaklanması başlamıştır. el-Ezher bir
asır sonra İngiliz işgaline karşı yürütülen direnişin de kalesi olmuş,
1916 ayaklanması el-Ezher camiinin minberinden halka yapılan çağrılarla
başlamıştır. Diğer taraftan el-Ezher uleması özellikle Osmanlıların son
dönemlerinde halk ile yöneticiler arasında köprü vazifesi görmüş, halkın
taleplerini devlet makamlarına iletme hususunda tavassutta bulunmuştur.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile el-Ezher uleması arasındaki mücadele
sürecinde el-Ezher’in siyasi ve ilmî alandaki nüfuzu zayıflamıştır. Son
dönemde ise Muhammed Abduh ve talebesi Mustafa Merâğî el-Ezher’in ıslahı
yönünde büyük çaba göstermişlerdir.
Mısır’da krallık rejimine
son veren 1952 darbesinde çok etkin bir rol oynayan Cemal Abdünnâsır
60’lı yılların başında hız verdiği devletleştirme politikası
çerçevesinde, eski ıslahatların yeterli olmadığı gerekçesiyle meclis
başkanına el-Ezher’le ilgili özel bir kanun teklifi göndermiştir. 6
Temmuz 1961’de kabul edilen bu kanunda el-Ezher’e Arap asıllı bir tüzel
kişilik atfedilmiş ve aynı zamanda kurumun deruhte edeceği milli görev
belirlenmiştir. Yine bu kanunda Cumhurbaşkanı’nın kararıyla el-Ezher’den
sorumlu bir bakan tayin edileceği ve el-Ezher şeyhinin dinî konularda
en büyük otorite olduğu belirtilmiştir. Bu tarihten itibaren el-Ezher’in
kurumsal kimliği Arap milliyetçiliği fikrini bayraklaştıran bir siyasi
iradeye tabi kılınmış, buna paralel olarak da kurumun sicil karnesinde
kırık notlar çoğalmaya başlamıştır. Nâsır döneminden bu yana el-Ezher’in
tarihî asalet ve karizmasına mütenasip bir misyon üstlendiğinden söz
etmek pek mümkün değildir. Bilakis o günden bugüne el-Ezher uleması dinî
alanda skolastik fetvalar yayımlamaktan, toplumsal meselelerde
inisiyatif alma hususunda ise balta sallayanın “ıh” diyeni olmaktan
fazla bir iş yapmamıştır. En nihayet hâli hazırdaki Ezher şeyhi gerek
Ortadoğu’daki ulvî(!) çıkarları adına Mursî’nin devrilmesini
memnuniyetle karşılayan Batılı devletlerin, gerek Arap Baharının
yarattığı atmosfer sebebiyle kendi saltanatlarının bekasından endişe
duymaya başlayan, bu yüzden de Mısır’ın Lübnanlaşmasından hiç rahatsız
olmayacakları anlaşılan Suud ve körfez ülkelerindeki monarkların, gerek
kendi ülkesindeki Mübarekçi elitlerin ve gerekse bizim memleketteki
Laikçi-Kemalist çevreler ile Geziciler’in takdirini kazanacak bir işe
imza atarak hem Mısır’daki Müslüman halka ihanet etmiş, hem de
el-Ezher’in sicil karnesine çok kırık bir not daha eklemiştir.
Yeri
gelmişken belirtmek gerekir ki Nâsır’ın dayatma kanun marifetiyle
el-Ezher’e biçtiği rol ile Türkiye Cumhuriyeti’nde kurucu iradenin
Diyanet işlerine biçtiği rol hemen hemen aynı mahiyettedir. Diyanet,
Osmanlı devlet nizamında şeyhülislam tarafından temsil edilen Meşîhat
makamının yerine ihdas ve ikame edilmiş bir kurum hüviyetindedir.
Meşihat makamı dinî konularda fetva vermesi, devlet yönetimiyle ilgili
temel ilke ve kanunların vaz’ında söz sahibi olması yanında ilmiye
sınıfı tarafından yürütülen yargı, eğitim ve öğretim işlerine de müdahil
bir konuma sahipti. 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla Şer’iyye ve
Evkaf vekâleti kaldırılarak yerine başvekilliğe bağlı Diyanet İşleri
Reisliği kuruldu. Bu kanunla Diyanet’in görev ve yetki alanı İslam
dininin inanç ve ibadetlerle ilgili hükümlerinin yürütülmesi ve ibadet
yerlerinin belirlenmesi işiyle sınırlandırıldı.
Diyanet ve Ezher’in fonksiyonu
El-Ezher
ile Diyanet’in tüzel kişiliklerinin mukayesesine gelince, el-Ezher’in
Arap asıllı tüzel kişiliğine mukabil Diyanet’in teşekkülünde sarih bir
Türklük imgesi vurgulanmış değildir ve fakat bu imge kurumun ruhuna
içkindir. Nitekim Diyanet’in iç bünyesinde yetişmiş ve zaman içinde her
birimine yerleşip kökleşmiş eski kadroların -ki hali hazırdaki yönetici
irade bu taşlaşmış kadrolarla büyük mücadele vermektedir- çoğunlukla
milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr bir düşünce yapısına sahip
olması önemli bir göstergedir. Diğer taraftan gerek Nâsır sonrası
el-Ezher’in, gerek Diyanet’in dinî ve ilmî alanda Sünnî İslam’ın en dar
yorumlarına sahip çıkması, bu iki kuruma biçilen rollerdeki örtüşme
hususunda ciddi bir ipucudur. Diyanet’in Haseki diye bilinen eğitim
merkezlerinden mezun olanlar ile el-Ezher diplomalılar sanki aynı
sınıflarda okuyup aynı okuldan mezun olmuş gibidirler. Zira her iki
kurumdan yetişenler iyi seviyede Arapça bilgisine ve çetin ceviz Arapça
metinleri rahatlıkla okuyup anlama melekesine sahip olmalarına mukabil,
dinî düşünce-tasavvurda umumiyetle fikr-i sabitlik ve sıfır esneklikle
mümeyyizdirler. Bunun temel sebebi, el-Ezher’in ve Diyanet’in dinî-fikrî
alanda hemen hiçbir taşın yerinden oynamamasında aşırı titizlenmesidir.
Bu titizlik en azından bir yönüyle din-devlet ilişkisinin keyfiyetiyle
ilgilidir.
Diyanet’e atıfla söylersek, dinî düşünce ve anlayış
ne kadar sabit ve standart olursa o kadar iyi ve makbuldür. Çünkü din
milleti bir arada tutan, üniter yapıyı koruyan en temel unsurlardan
biridir. Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti’ndeki en köklü ve
sarsılmaz iki kurumdan biri Türk Silahlı Kuvvetleri, diğeri Diyanet’tir.
Bu kurumda kök salmış kadroların genellikle milliyetçi, mukaddesatçı ve
muhafazakâr çizgide olması kesinlikle tesadüf değildir. Haddi zatında
Diyanet’in temel misyonu ile milliyetçi-muhafazakâr zihniyet birbiriyle
örtüşür niteliktedir. Çünkü Diyanet ve milliyetçi-mukaddesatçı zihniyet
için din vatan, millet ve ulus devletin bölünmez bütünlüğüne sağladığı
katkı nispetinde daha değerli ve önemli bir şeydir. Bütün bunlar
Nâsır’ın Arap asıllı tüzel kişilik kazandırdığı el-Ezher için de
geçerlidir.
Arap milliyetçiliği ve Ezher
El-Ezher
şeyhinin darbecilerle aynı safta yer alıp sözde ehven-i şer
gerekçesiyle darbeyi meşrulaştırmaya çalışması 1960-70’li yılların
Türkiye’sindeki milliyetçi-mukaddesatçı zümrenin, sözgelimi Necip Fazıl
Kısakürek’in komünizm tehdidine müstenit darbe taraftarlığını
anımsatmaktadır. O dönemde komünizmi din ve milliyetin can düşmanı
olarak gören Necip Fazıl, toplumun tüm kesimlerini teftiş edecek bir
hafiye teşkilatı kurulmasını bile önermiştir. Komünizmle ilgili tehdit
algısının muhafazakârlaştırıcı etkisi Necip Fazıl’ın 12 Eylül 1980
darbesine verdiği destekte görülebilir.
“Bu hareket olmasaydı
devlet olmayacak, millet yerinde kalmayacaktı” ifadesiyle 1980 darbesini
tebcil eden Necip Fazıl dinî alandaki ıslah-tecdit taleplerini de
İslam’ın can düşmanı olarak algılamıştır. Bu muhafazakâr İslamcı tavrını
milliyetçilikle de bağdaştıran Necip Fazıl bir yandan ulus devlete
sadakati dinî unsurlarla pekiştirme, öbür yandan da millî kimliği
dinîleştirme çabası içinde olmuştur. Bu anlayışta İslam yerli olmak
kaydıyla benimsenir, hatta yerli malı İslam’ın benimsenmesine ayrı bir
güzellik ve kutsiyet atfedilir. Buna mukabil içeriden ve dışarından
yükselebilecek her türlü evrenselci İslami harekete karşı, tıpkı General
Sisi’nin Mısır’ı radikallerden koruma vurgusu gibi, sıkı bir milliyetçi
direnç gösterilir. Hâsılı, Mısır’daki darbeciler ile el-Ezher şeyhinin
Mursî ve İhvan’a bakışı bizim topraklardaki milliyetçi-mukaddesatçıların
evrenselci İslamî söyleme bakışından pek farklı değildir. Ancak şu da
bir gerçek ki Mısır’daki darbeciler Mursî’yi ve İhvan-ı Müslimîn’i İslam
referansından dolayı alaşağı etmediler. Kaldı ki darbenin gerekçesiyle
ilgili kimi tezlere göre Mursî kendi iktidarını konsolide edememiş,
ayrıca radikalleşme ve otoriterleşme eğilimi göstermiştir. Bütün bu
gerekçeler, tıpkı Gezi olaylarında şahit olunduğu gibi, minare çalmaya
kılıf uydurma mesabesindedir. Mısır’da minare maalesef çalındı ve kılıfı
da uyduruldu. Hoş, bizim memlekette de kılıf en başından hazırdı, fakat
bereket versin ki minare çalma işi akim kaldı.
Bin yıllık gayret ve himmet...
Evet,
Mursî ve İhvan siyasette dini referans aldıkları ve din üzerinden
liberal ve seküler çevrelerin hayat tarzlarına müdahalede bulundukları
için darbeye maruz kalmış değildir. Mısır darbesine destek koalisyonunda
kimlerin yer aldığı, diğer bir deyişle ABD, AB, İsrail, Suudiler,
Suriye ve Körfez monarşilerinin topyekûn bir darbe destek koalisyonu
oluşturduğu dikkate alındığında, bu işin görünenden çok daha büyük bir
iş olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Kendilerinin değer dünyasında
varoluşsal anlamlar yüklenen demokrasi, halk iradesi gibi kavramların
Mısır’daki darbeyle bilfiil ayaklar altına alınıp çiğnenmesi karşısında
Batılı ülkelerin memnuniyet duyması ve çok çirkin bir çifte
standartçılığa yaslanması bizim için sürpriz değil, hatta beklenen bir
şeydir. Buna mukabil özellikle el-Ezher şeyhinin darbe lehinde konuşmak
suretiyle hem kendi kurumuna hem de vatan ve milletine ihanet etmesi
anlaşılabilir olmadığı gibi affedilebilir de değildir.
Bu ve
benzeri cürümler gerekçe gösterilerek el-Ezher’in mevcudiyetini
sorgulamak ve artık ilga edilmesi gereken bir kurum olduğunu savlamak
mümkün müdür? Kimileri bunun mümkün, hatta gerekli olduğunu düşünebilir.
Ancak bize göre el-Ezher’in varlığını sorgulamak, İslam medeniyetine
ihanetle eşdeğerdir. Kaldı ki Müslümanlar bu tür kurumları yolda
bulmamıştır; bilakis el-Ezher bin küsur yıllık bir himmet ve gayretin
ürünüdür. İslam dünyasının dinî, fikrî, ilmî kökleriyle bağlarını
koparmış olmanın binbir çeşit travmasını ve savrulmasını yaşadığı şu
modern zamanlarda, ilim ve kültür mirasımızın bin küsur yıllık abidesini
ortadan kaldırmayı teklif etmek akıllara seza olsa gerektir. Aynı hüküm
Diyanet için de geçerlidir. Zira Diyanet gerek tarihî-kültürel
kimliğimizin gerek dînî-ilmî geleneğimizin müesses düzeydeki en önemli
bakiyelerinden biridir. Aklıselimle düşünüldüğünde, yapılması gereken
iş, sembolik açıdan da son derece değerli ve önemli olan bu kurumları
yok etmek değil, öncelikle aslî ve özgün fonksiyonlarını icra edebilecek
bir otonom yapıya kavuşmalarını sağlamak ve aynı zamanda hem fikrî-ilmî
gelişmeye köstek yerine destek olma kabiliyetini haiz kurumlar haline
getirmenin, hem de siyasi otoriteyle ilişkide Bizantinist karakterlerini
izale etmenin yollarını arayıp bulmaya çalışmaktır. el-Ezher
ulemasından yükselen darbe karşıtı ses, bu minvalde çok güzel bir örnek
olmuştur. Böyle örneklerin çoğalması hem el-Ezher ve Mısır’a hem de
topyekûn İslam dünyasına izzet ve itibar kazandırır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/sisi-darbesi-ve-elezherin-sicil-karnesi/haber-776377
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder