Çağdaş İslam düşüncesindeki ıslahçı hareketlerin önemli bir ilgi alanı da siyasettir. Bu ilginin yaygınlık kazanmasında Cemâleddîn Efgânî’nin (ö. 1897) İslam birliğini tesis yönündeki fikrî ve siyasi mesaisi çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü Efgânî farklı ideolojilere sahip birçok aydını doğrudan ve dolaylı olarak etkilemiştir. Mesela Osmanlı Türkiye’sinde bazı Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Yusuf Akçura (ö. 1935), Ahmet Ağaoğlu (ö. 1939), Mehmed Emin Yurdakul (ö. 1944) gibi Türkçüler, Mehmed Âkif (ö. 1936), Ahmet Hamdi Akseki (ö. 1951), Said Nursî (ö. 1960) gibi İslâmcılar onun görüşlerinden şu veya bu şekilde istifade etmişlerdir. Efgânî Mısır’da da birçok münevverin zihin dünyasında derin izler bırakmıştır. Gerçi onun en gözde öğrencisi Muhammed Abduh ıslah projesini siyasetten çok eğitim ve kültür yönünde geliştirmiş, Abduh’un en meşhur öğrencisi Reşid Rıza ise giderek kökenci/köktenci bir eğilimi benimsemiş, buna mukabil Kâsım Emîn (ö. 1908), Lütfi es-Seyyid (ö. 1963) ve Ali Abdürrâzık (ö. 1967) gibi isimler oldukça laik ve liberal bir çizgiyi takip etmişlerse de Efgânî’nin bütün bu isimler üzerinde etkili olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Suriye ve Lübnan’da Abdurrahman el-Kevâkibî (ö. 1902), Hüseyin el-Cisr (ö. 1909), Cemâleddîn el-Kâsımî (ö. 1914) ve Emîr Şekîb Arslan (ö. 1946) gibi isimler de Efgânî’nin etkilediği meşhur âlimler ve aydınlar arasında sayılabilir.
Bir taraftan Osmanlı Devleti’nin askerî ve siyasi alanda her geçen gün daha fazla kan kaybettiği, diğer taraftan İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde emperyalist işgallerin yaşandığı bir dönemde müslüman ilim ve fikir erbabının en azından ümmetin birlik ve dirliği (İttihâd-ı İslam) noktasında siyasete ilgi duymaması düşünülemezdi. Ne var ki siyasete ilgi, rüzgârın yenilik ve değişimden yana estiği bu dönemde oryantalistik söylemin de etkisiyle ittihâd-ı İslam idealinden farklı istikamet ve hedeflere yöneldi. Bunlar ya doğrudan hilafet, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet gibi genel ya da şura, meşveret, hürriyet ve müsavat gibi daha özel meselelerle ilgiliydi.
Bilindiği gibi XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti siyasi alanda birtakım ciddi düzenlemeler yapmaya icbar edildi. Bu cümleden olarak, 1836’da Tanzimat, 1856’da Islahat fermanı ilan edildi. Keza 1876’da birinci, 1908’de ikinci meşrutiyetin ilanıyla anayasal saltanat rejimine geçildi. Bu arada İran’da da meşrutî idare tesis edildi. Batılı devletlerin diplomatik tazyiki ile devlet-i aliyyeyi usûl-i cedîde-i Avrupaya tevfîkan tanzim hedefi güden Garpçı bürokrasinin teşvikine ilaveten reform taraftarı âlimler ve aydınlar da bütün bu safahatta rol aldı. Son dönem İslam dünyasında siyasi reform talebinde bulunan ilim ve fikir erbabının önemli bir kısmı genelde hilafet ve saltanat, özelde de Osmanlı hilafetinin mahiyet, meşruiyet ve misyonunu tartışmaya açtı. Bu tartışmaların yaygınlık kazanmasında Batı’nın, bilhassa İngiliz yönetiminin emperyal hedeflere giden yoldaki engelleri bertaraf etme siyasetine dayalı girişimleri çok önemli bir rol oynadı.
Selefî ıslahçılığın kült şahsiyeti Reşid Rıza müslümanların birlik ve dirliği için hilafet kurumuna büyük önem atfetmekle birlikte, bu konuda yeni bir düzenleme yapılması, Osmanlı’daki halifenin otoritesinin sınırlandırılması, bunun yerine daha kolektif bir hilafet modelinin tatbik mevkiine konulması gerektiğini ileri sürdü ve bu çerçevede Arap, Türk ve Kürt unsurların bir arada yaşadıkları Musul gibi bir bölgede bütün ülkelerce tanınacak bir hilafet modeli önerdi. Buna mukabil, Abdurrahmân el-Kevâkibî (ö. 1902) adem-i merkeziyetçi yönetim anlayışının hakim kılınması yönündeki taleplerinin yanı sıra hilafetin Kureyş kabilesine mensup bir Arap’a verilmesi ve hilafet merkezinin Mekke olması teklifinde bulundu. Ezher ulemasından laik ve liberal çizginin temsilcisi Ali Abdürrâzık (ö. 1967) ise Türkiye’de hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924’ten bir yıl kadar sonra yayımladığı el-İslâm ve Usûlü’l-Hükm (İslam’da İktidarın Temelleri) adlı eserinde hilafetin hiçbir dinî temelinin bulunmadığı iddiasını savundu. Buna benzer görüşler Türkiye’deki bazı ilim ve fikir adamlarınca da savunuldu. Mesela, Cumhuriyet döneminin ilk adliye vekili olan Seyyid Bey (ö. 1925), Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hilafetin kaldırılması teklifinin görüşüldüğü oturumun sonunda yaptığı uzun konuşmada, hilafetin dinî değil dünyevî ve siyasi, dolayısıyla fer’î bir mesele olduğunu ifadeyle hâlihazırdaki hilafetin gerçek anlamda bir hilafet olmadığını ileri sürdü.
Diğer taraftan Hint alt kıtasında Seyyid Ahmed Han ve Şiblî Nu’mânî gibi meşhur isimler de hilafet konusunda alternatif görüşler ortaya attı. Ancak sonuçta hilafet ve saltanatın 1924’te ilga edilmesi Muhammed İkbal dâhil birçok müslüman aydın tarafından cesur bir içtihat olarak alkışlandı. Bu alkış İslam dünyasındaki inkıraz ve izmihlalin önemli bir sebebinin, Osmanlı’daki hilafet ve saltanata atıfla otoriter/totaliter rejimler olduğu yönündeki yaygın kanaatle çok yakından irtibatlıydı. Bundan dolayıdır ki birçok ilim ve fikir adamı meşveret, hürriyet ve müsavat gibi meselelere özel bir önem atfetti. İlmiye sınıfına mensup bazı zevat ise bu meseleleri naslarla ilişkilendirme cihetine gitti. Mesela Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942) özgürlük ve eşitlik konusunu usûl-i fıkıh çerçevesinde şöyle değerlendirdi:
Malumdur ki şeriat-ı İslâmiyye’de iki nevi hüküm vardır: Birisi ahkâm-ı
mansûsa, diğeri ahkâm-ı müctehedün fîhâdır. Ahkâm-ı mansûsa insanların
fîmâ ba’d tegayyür nâ-pezîr olan ahvâli hakkındadır ki “hüvellezî
ce’aleküm halâife fi’l-arz” (Fâtır 35/39), “İnne ekrameküm indallâhi
etkâküm” (Hucurât 49/13) nusûs-i celîlesinin tayin ettiği hürriyet ve
müsavât bu kabildendir (…) İkinci kısma gelince, nesh-i şerâîdeki hikmet
icabınca zaman, mekân, ahvâl ve eşhâsın tefâvütüyle mütefâvit ve
bunların tegayyürüyle mütegayyir bulunan ahkâm-ı muallele ve ictihâdiyye
örf ve âdet ve hâcâtın ehemmiyeti itibariyle “ezmânın tegayyürü ile
ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” kaide-i külliyesinin medâr-ı tedvîni
olan sırr-ı şer’î üzre (…) bir felsefe-i cedîde-i hakîkiyyeye
rabtolunmuştur.
Karye-i mebhûs-i anhâyı tayinde birkaç rivayet vardır. Fakat bi-aynihâ
bilinmesine lüzum yoktur. Cây-i itibar-ı ikaz olabilmesi için ahvâl-i
avârızını bilmek kâfidir. Kur’an-ı Kerim’den maksat da budur.
Müfessirîn-i izâmın beyan ettikleri vechile vaktiyle Mekke-i Mükerreme
ahalisi, sanâdîd-i Kureyş bu mesel-i madrûba mevrid olmuşlardı. Bugün de
Yıldız karyesi [Yıldız Sarayı], ruesâ-yı istibdad tamamen bu ayet-i
celîleye makes, hâvî olduğu ahvâl-i habîse ve elîmeye meclâ-yi ibretnümâ
olduğu vâreste-i inbâdır.
Ey Müslümanlar, hablullâhi’l-metîn olan Kur’anıma hepiniz birden dört
el ile sımsıkı sarılınız. O düstûr-i ezelîden, o hüden li’l-müttakînden
ayrılıp da dûçâr-ı tefrika olmayınız. Yâd ediniz, gözünüzün önüne
getiriniz o kara günleri, o eyyâm-i felâketi ki siz birbirinize düşman
idiniz. Siz yekdiğeriniz aleyhinde hafiyelik eder, jurnaller verir,
hânumânlar yıkar, aileler, ocaklar söndürürdünüz. Siz dün yetimler, alîl
pederler, kötürüm analar ağlatırdınız. Siz zindanlarda, menfâlarda
zincirler sürükler, enînler, feryadlar ederdiniz. Siz camilerinizde adl ü
ihsanı, emanetin ehline tevdiini, her işinizde meşvereti emreden,
zulme, istibdâda lanet-hân olan âyât-ı celîle-i Kur’âniyye’yi cehren
tilavetten men olunur, daha namazdan selam vermeden hafiyelerin,
kandilleri cebren söndürmek için kayyûmları darb u tahkir ettiklerini
görür, hüngür hüngür ağlayarak çıkar giderdiniz. Siz vatanınızın, namus
ve istiklâlinizin, kişver-i hilafetin can çekişmekte olduğunu eli kolu
bağlı esirler gibi seyreder ve imdadına koşamazdınız. İnkırazınıza,
mahvınıza ramak kalmıştı. Allah sizin kalplerinizi telif etti. Sizi
Kur’an-ı Kerim’in etrafında topladı. Sizi barıştırdı, öpüştürdü.
Gözyaşları dökerek (ya ölüm ya hürriyet) diye Kur’anımı öptünüz. Üzerine
el basarak yeminler, kasemler, ahdler, misaklar ettiniz. Ve o sayede
hür olarak on Temmuz sabahu’l-hayr-i inkılâbına [10/23 Temmuz 1324/1908
inkılâbı] dâhil oldunuz. Allah’ın size lütfen ve merhameten ifâza ve
ibzal buyurduğu şu bînazîr nimet-i uzmânın kadrini biliniz. Daima
müttehid, daima yekvücûd olduğunuz hâlde livâü’l-hamd-i hilafet altında
hürriyetinizle, şevket ü saltanatınızla yaşayınız, yaşamaya çalışınız.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=521
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder