Başlıkta sözü edilen girişimin nemenem bir şey olduğunu belki de bu 
ülkede tecrübi olarak en iyi bilen insanlardan biriyim; çünkü hemen her 
Allah’ın günü muhtelif linç girişimlerinden nasipdar olmak gibi bir 
kısmete sahibim. Sayın Cündioğlu’yla birkaç ay kadar önce, son böbrek 
ameliyatını geçirdiğim gün telefonda çok kötü denebilecek bir konuşmamız
 oldu. Konu, Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen Türkiye’de 
İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi sempozyumunda sunduğum “Tarihselcilik 
ve Fazlur Rahman” başlıklı tebliğde Cündioğlu’nu özellikle Gezi Parkı 
eylemeleri sırasında ortaya koyduğu politik tavırla ilişkili olarak ağır
 denebilecek ifadelerle eleştirdiğim satırlardı. Söz konusu telefon 
konuşmasında birbirimize adamakıllı biçimde saydırdık ve sonunda onun 
bypass, benim böbrek ameliyatı geçirmem sebebiyle hesaplaşmayı başka bir
 bahara bıraktık. 
Bu saatten sonra Cündioğlu bizim söz konusu tebliğdeki eleştirimize 
misliyle mukabelede bulunabilir; zira “men dakka dukka” fehvasınca 
mukabil bir eleştiride bulunması da gayet tabiidir. Ancak bütün bu 
meseleler bir yana, Cündioğlu’nun politik tercihlerine veya başka 
birtakım sebepler ve gerekçelere binaen İlahiyat fakültesinde planlanan 
programını engelleme girişiminde bulunmak, sahih İslam ve Müslümanlık 
kisvesiyle meşrulaştırılmaya çalışılan teolojik faşizmin ta kendisidir. 
Aynı hüküm Mustafa İslamoğlu’nun yakın geçmişte İstanbul’daki bir ilçe 
belediyesince organize edilen programını engelleme girişimi için de 
geçerlidir. 
Tam bu noktada, son birkaç aydan beridir hemen her fırsatta bizi çok 
ağır bir dille eleştiren ve eleştiriyi düpedüz iftira ve karalama 
kampanyasına dönüştüren bir şahsın Çukurova Üniversitesi İlahiyat 
Fakültesi’nde çok önceden planlanmış programının iptal edilmesi biz 
ilzam edici bir delil olarak gündeme getirilebilir. Bu yüzden açıkça 
belirtmeliyim ki söz konusu programın iptali bizim bu yöndeki 
talimatımızdan öte, söz konusu programı tertip eden öğrencilerin 
özellikle Adana’daki bir medrese çevresiyle görüşmeler yapılması ve bu 
görüşmeler sırasında eski bir öğrencimize, “Mustafa Öztürk ders 
esnasında Kur’an’ı yere fırlattı” şeklinde bir beyanda/şahitlikte 
bulunması isteğinde ısrarcı olunması ve aynı zamanda bu şahitliğin 
görüntülü olarak kayıt altına alınıp yayınlanması gibi son derece çirkin
 hadiseyle irtibatlıdır. Şimdilerde malum çevreler bu hadiseyle ilgili 
olarak bizim delil gösteremediğimiz, dolayısıyla düpedüz iftira 
ettiğimizden dem vurmaktadır. Ne var ki söz konusu şahsın bizzat kendisi
 Adana’daki bir medrese bünyesinde çalışan bahis konusu öğrencimize 
belki birkaç kez telefon açıp söz konusu çirkin talepte bulunmasına 
rağmen hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi davranması bugüne değin pek 
şahit olduğum bir davranış tarzı değildir. Ayrıca bu konuda şahit 
arayanlar Adana Anadolu Çınarı Derneği çevresinden yeterli şahit bulma 
imkânına sahiptirler.   
Bütün bunlar bir yana, bizim bugüne değin dinî alanda farklı düşünen 
herhangi bir kimsenin konuşturulmayıp susturulması yönünde ne eğilimimiz
 ne de herhangi bir girişimimiz olmuştur. Hele de dinî alanda fikir ve 
görüş beyan eden birinin Müslümanlık, dindarlık, iman ve takva düzeyini 
ölçme veya insanların dindarlıklarını denetleyip değerlendirme gibi bir 
tutum aklımızın ucundan geçmemiştir. Bizim bu alandaki eleştirilerimiz 
ya dinî alanla ilgili meselelerin ilmî ve metodolojik boyutuyla ya da 
şahsımıza yönelik iftira, karalama ve linç teşebbüslerine mukabeleyle 
ilgili olmuş ve her zaman bu sınırlar dâhilinde kalmıştır. Birisinin 
çıkıp “erbaîne idrîsiyye” duasıyla tılsımlı kefen satması, bir diğerinin
 hem Mevdudi, Hamidullah, Seyyid Kutub gibi isimlere “merdudi”, 
“baidullah”, “zavallı, soytarı” gibi galiz sıfatlar yakıştıran Necip 
Fazıl’dan hem de Seyyid Kutub’tan, hem AGD’den hem AK Parti’den, hem 
Ehl-i hadisten hem Osmanlıcı muhafazakârlıktan parsa toplamayı 
hedefleyen son derece pragmatik bir dinî söylem geliştirmesi çok da 
umurumda değildir. Zira Arap dilinde “li-külli sâkıtatin lâkıtatün” diye
 bir söz vardır ki her malın mutlaka bir alıcısı olacaktır. 
Bizim ilgimiz, kendi işimizi avukata havale edip el-âlemin işleriyle 
meşgul olmak değil, oturup kendi işimize bakmak, onun üzerinde 
yoğunlaşmaktır. Ancak şu son zamanların Türkiye’sinde gözle görülür 
biçimde Afganistan’da Taliban’ın, Suriye ve Irak’ta Işid’in 
uygulamalarına benzer biçimde, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi
 bir hayat tarzı benimseyen insanlara doğrudan müdahale etmek şeklinde 
bir eğilimin bazı çevrelerde, özellikle “Ehl-i sünnet gitti gidiyor” 
şeklinde bir ajitasyonla toplumun dinî-mezhebî sinir uçlarına dokunmak 
ve kışkırtmak gibi çok kurnazca ama aynı zamanda çok da ahlaksızca bir 
tutumun yaygınlık kazandığı gözlemlenmektedir. Bu şımarıklığın daha ne 
kadar süreceği maalesef kestirilememektedir. Ancak bu kötü gidişat, bizi
 laiklik savunucu olarak lanse edenlere bir koz daha vermek pahasına 
belirtmeliyim ki biz müslümanların laiklik denen şeyi (Dikkat: Kemalist 
ve Ulusalcı çevrelerin yıllarca dinî duyarlığa sahip milyonlarca insanın
 tepesinde sallanan Demokles’in kılıcı gibi bir baskı ve dayatma aracına
 dönüştürdüğü laikçilik değil) yeniden düşünmesi gerekir. Zira toplumsal
 ölçekte dindarlara daha fazla özgürlük tanınır hale gelmesini ve 
özgürleşme nimetini kendisinin benimsediği dinî meşrepten olmayan bütün 
herkesi susturma ve sadece kendi ekürisini hâkim kılma fırsatına 
dönüştürmeyi marifet bilen paçozların şu günlerde tanık olduğumuz 
tarifsiz şımarıklıkları bu konuda adamakıllı düşünmemizi gerekli 
kılmaktadır.
Mustafa Öztürk
Kaynak: http://www.twitlonger.com/show/n_1sld0j3 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder