Modernist nazarla Kur’an okunduğunda, Nisa 34. ayetteki darb bilindik
darb değil, evden uzaklaştırma demektir (Önemli Bir Not: Kur’an’da
kadına tokat atmadan söz eden bir ayet bulunduğu tespitinde bulunmak
başka şey, kadının dövülmesine onay vermek başka şeydir. Bizim bu
yöndeki anlayışımız ilk tespitle ilgilidir. Söz konusu ayet nüzul
bağlamında ve erkek egemen bir toplumda kocalara yönelik stratejik ve
durumsal ifadeler içermekte, dinî ve ahlakî bir değer hükmü
içermemektedir. Bunun böyle olduğu Hz. Peygamber’in kendi eşleriyle
yaşadığı hayat tecrübesinden de rahatlıkla anlaşılabilir. Kısaca, tedip
maksadıyla da olsa kadına tokat atmak, adam olan adam için bir züldür).
Keza, birçok ayetteki “ev-mâ meleket eymânüküm” lafzı da tarih boyunca
anlaşıldığının aksine, köleler ve cariyeler demek değil, savaş esirleri
gibi bir şeydir. Kur’an’da tek eşlilik nihai hedef gösterilmiştir
vesaire. Ne var ki ilgili ayetlerin hiçbiri İslam tarihi boyunca, şu son
döneme kadar bu şekilde yorumlanmış değildir. Peki, şimdi niçin böyle
yorumlanmaktadır? Çünkü modernist algıya göre içine doğduğumuz dünyanın
ruhu bize bu çağın bir terakki çağı olduğundan dem vurmaktadır. Dahası
bu çağ bize ruhunu dayatmakta ve biz de kaçınılmaz olarak Kur’an’ı bu
ruha uyarlamak zorunda kalmaktayız. Modern çağı bir nevi kutsayan bu
modernist yaklaşımın yeminli hasmı ise geçmişe ait olanı ve geçmişte
kalanı bir tür ölüsevicilik yaklaşımıyla kutsamakta, geçmişe ağıt
yakarcasına nostaljinin dibini bulmaktadır.
Her neyse, bizim burada asıl amacımız dinî modernistlik ile dinî
gelenekçilik arasında mukayese yapmak değil, modernist Kur’an okumaları
ile Alevilerin din tasavvurları arasındaki çarpıcı benzerliği idraklere
sunmaktır. Bilindiği gibi, Alevilikteki genel tevile göre Kur’an’daki
“salat” bilindik namaz değil, dua ve niyazdır. Oruç, sır saklamaktır;
hac ve Kabe ise insanlık noktasına yönelip odaklanmaktır vs… Bilindik
şer’î ibadetler Emevilerin icadı ve dayatmasıdır. Tıpkı bunun gibi
modernist Kur’an algısına göre de “darb” kelimesine “dövmek” anlamı
veren, “ev mâ meleket eymanüküm” kelimesine “cariyeler” diyen sayısız
fıkıh ve tefsir alimi bütün bir İslam ilim tarihi boyunca “halt etmekle”
meşgul olmuşlardır.
Alevilerin namaza dua demeleri, her ne kadar Hz. Ali, cami, cinayet
üçgeninde kötü bir tarihi hadiseyle ve/veya “Hakikat münkeşif olunca
şeriata mürtefi olur” gibi üst perdeden formüle edilmiş bir dinî
seçkincilik söylemiyle gerekçelendirilmeye çalışılsa da haddi zatında
Türklerin kadim göçebelik ruhu ve seyyar yaşam tarzıyla ilgilidir. Zira
bu hayat tarzı hadari ve medeni olmanın da lazım-ı gayr-ı mufarıkı olan
şehir, yerleşik hayat, cemaat, zaman, mekân, düzen gibi unsurlarla çok
yakından ilişkili şer’î ibadet sistemine pek uygun düşmemektedir. Bu
bakımdan, göçebelik ruhu, “çarığım çorabım Allahu ekber” (Yesevi’nin
elinde bir çarık gördüm, çorabın yanına çarığı koydum… Hacı Bektaş dedi
ki yüce varlığını her an her yerde yaşarız; resulünün sevgisiyle coşar
taşarız… selam olsun selam olsun, Allahu ekber Allahu ekber) demenin
kâfi olduğu fikrini kabullenmeyi gerektirir. Bazı hadislerde, Hz.
Peygamber’in İslam’la yeni tanışan göçebe Araplara tenzilatlı bir dinî
tebliğde bulunduğu, daha açıkçası, “Ey Muhammed! Yeminle söylüyorum ki
bak ben senin bu söylediklerinden ne bir fazla ne bir eksik yaparım”
diyen bir bedevi hakkında, “Eğer o adam sözünde durursa cennetlik olur”
dediği bildirilir ki bu minvaldeki hadisler Türk milletindeki göçebelik
ruhunun şer’î mükellefiyetleri düzenli biçimde ifa etmeye pek müsait
olmadığı tespitimizin anlaşılmasına az çok katkıda bulunabilir.
Aleviler İslam’ın göçebelik ruhuyla bağdaşan otantik ve orijinal Türk
yorumunu benimsemenin doğal sonucu olarak şeriata hayli mesafelidir; ama
ortada İslam’ın en temel ilahi kaynağı olan Kur’an metnini yok saymak
da mümkün değildir; o halde bu metin söz konusu Türk-İslam yorumuna
uygun şekilde tevil edilmelidir. Bu bağlamda ayetlerin ilk nazil olduğu
zaman ve zeminde hangi anlamları ifade ettiği ve bu anlamların hayata
nasıl tatbik edildiği umurda değildir. Aynı şekilde modernistler için de
Kur’an’ın ilk anlamları hiç umurda değildir. Çünkü aslolan kıymete
bindirilmiş bu zaman ve bu çağdır. Bu çağ neyi nasıl anlamamız, hangi
şeyi güzel, hangi şeyi kötü olarak tanımlamamız gerektiğini telkin
ediyorsa Kur’an da tam bu minvalde yorumlanmalıdır.
Sözgelimi, bugün kölelik kurumsal olarak ilkellik gibi algılanıyorsa,
Kur’an’da kölelikten hiç söz edilmez demek gerekir. Hz. Peygamber,
sahabe köle ve cariye edinmiş olabilir; nüzul ortamında kölelik çok
yaygın ve yerleşik bir kurum da olabilir; hatta Allah insanlarla
ilişkisini bu kuruma ait iki temel kavrama atıfla “rab” (efendi, sahip,
malik) ve “abd” (kul, köle) diye de anlatabilir; ama sonuçta Kur’an’ın
kölelikten söz etmesini her halükarda muhal saymak gerekir.
Ne var ki böyle bir iddiayı savunmak on beş asırlık bir tarihi
gerçekliği ve tecrübeyi bir çırpıda inkâra kalkışmayı göze almak
demektir ki bu durum ister istemez, deve kuşunun başını kuma sokması
deyimiyle anlatıldığı gibi kimi zaman başkalarını kandırmaya çalışırken
kendi kendimizi kandırdığımız düşüncesine de yola açabilir; ama yine de
bu mega iddiadan vazgeçilmemelidir. Çünkü Kur’an sonuçta Allah’ın kadim
kelamıdır; kadim olan bir kelamın belli bir tarihsellikle
ilişkilendirilmesi veya Kur’an’da değer-durum, zarf-mazruf gibi
kategorik ayrımlardan söz edilmesi caiz değildir. Dahası, Kur’an bütün
muhtevasıyla dindir, dine dairdir. Onun muhtevasında tarihsel ve
toplumsal durumla ilgili hiçbir değişkene yer verilmemiştir. Bu yüzden,
Kur’an’ın teşrii sisteminde nesh diye bir şey de söz konusu değildir.
Necvâ sadakası gibi konularla ayetler her ne kadar nesh gibi görünse de
ve tam olarak izah edilemese de “nesh yoktur” sloganından asla
vazgeçilmemelidir. Zira bugünkü toplumsal matristeki maksimimiz,
Kur’an’ın aslında ne dediğiyle ilgilenmek değil, şimdiki zamanın ve
çağın taleplerine “lebbeyk” demektir.
Mustafa Öztürk
Kaynak: http://www.twitlonger.com/show/n_1sldiqf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder