Seksenler Giresun III: Gazi Caddesi ve Cadde Ehli

Seksenler Giresun III:
Gazi Caddesi ve Cadde Ehli
 
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK



Seksenli yıllarda Giresun şehir merkezi denince akla gelen ilk yer kuşkusuz Gazi Caddesi’ydi. Hoş, aradan geçen otuz küsur seneye rağmen neredeyse bir gıdım dahi gelişmeyen memleketimin şehir merkezinde akla gelen ilk yer yine Gazi caddesidir; ama şimdilerde bu caddeyi temaşa, en azından benim nazarımda eski günlerdeki kadar zevkli ve keyifli değildir; çünkü artık ne zaman eski zaman, ne de biz eski biziz.

En son bu yaz aylarında arşınladığım Gazi Caddesi kaldırımları eskisi gibi neşeli değildi; aksine sürekli bir haldır-haldur insan kalabalığından ibaretti sanki. Zira ne Balkaya’nın önünde kadrolu eleman gibi sürekli boy gösteren tanıdık tipler vardı; ne de pasajların içerisindeki plakçı-kasetçi dükkanlarından yükselen yeni albümlerdeki hit şarkıların tınısı… Üstelik Kahveci Topuz’dan caddeye yayılan o güzelim kahve kokusu da eski aromasını kaybetmişti sanki… Belki de bunun sebebi, “Kahve Durağı”, yok efendim “Kahve Dünyası” ismini taşıyan yeni mekânlardaki ruhsuzluğun zihnimde kötü bir izlenim bırakmış olmasıydı.

Eski Şebnem’in yerinde yeller esmesi bir yana, yeni Şebnem’in dondurması da maalesef damağımda hoş bir tat bırakmadı. Bu yüzden, gözlerim Debboy mevkiindeki eski Roma dondurmacısını aradı ama maalesef bulamadı. Bir de artık doğru düzgün koku almayan burnum postanenin hemen alt tarafındaki fırından caddeye yayılan taze francala (Giresuncası: franzile) ve koltuk ekmeğinin inanılmaz derecede güzel kokusunu aradı ama maalesef o fırın da kaç zamandır yerinde yoktu. O mübarek ekmekler sanırım artık tarihe karıştı, şimdi kala kala bir tek Dereli sapağındaki Adanalı’nın (Bildiğim kadarıyla, bu nam söz konusu zatın Adanalı olmasıyla değil, vaktiyle Adana’ya gitmiş ve bir süre orada ikamet etmiş olmasıyla ilgilidir) kilo işi satılan ve naylon poşete konulması yasak olan ekmeği kaldı.   

Oysa Gazi Caddesi eskiden böyle miydi; ekmek de, dondurma da bambaşka ve doyumsuz bir lezzete sahipti. Kuşkusuz bizim damaklar da eskidi, fakat geçmişin yiyecek ve içecekleri bugüne nispetle çok daha sade ve tabii idi. Seksenli yılların Gazi Caddesi’nde başta Balkaya pastanesi -ki şimdi bu pastanede bana eskiyi hatırlatan tek şey, sevgili dostum “Şaban”ın halen günde birkaç halı saha maçı yapabilecek kadar sağlıklı görünen bünyesinden [Maaşallah! Allah nazardan saklasın] ibarettir- olmak üzere bazı pasajların ön cephesinde baştan ayağa fiyakalı ve janti kılıklı figürler Anıtkabir’de nöbet tutan askerler gibi bekler, sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçen cins-i latifleri keserlerdi.

Ayaklarındaki ayakkabılarda toz zerresine bile rastlanmayan ve tembelliklerinden dolayı adeta defnedilemeyen ölü gibi duran bu tiplerin birçoğu aslında “kaldırım mühendisi” pozisyonunda olmasına rağmen o yıllarda tembellik ve haytalığı hayattaki en güzel iş gibi gördüğümüzden, “Sabahtan akşama kadar caddeden gelip geçenleri seyretmek; oh ne âlâ, iş yok güç yok” diye düşünüp kendilerine hep imrenmişimdir. Sözünü ettiğim tiplerin hemen hepsi Gazi Caddesi’nden artık el ayak çekmiş görünmekteler; şimdi nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmiyorum, ama sanırım artık La Fontaine’in “Ağustos Böceği ile Karınca’’ hikâyesindeki Ağustos böceği misali tembellikle iştigal etmek gibi bir lüksleri ve jantilikleri pek kalmamış olsa gerektir.

Gençlik yıllarında bazen günde birkaç kez yeniden âşık olduğumuzu sandığımız için, Gazi Caddesi’ndeki pasajlara konuşlanmış kasetçilerin kapının dışına koydukları güçlü kolonlardan (“Kolon” kelimesi aslında kalın barsak demek; ama o yıllarda “hoparlör” manasında istimal edilirdi) ta caddeye kadar gelen şarkıların tınıları da çok kere bizi mest ederdi. Yeni ve güzel bir şarkının tınısını duyduğumuzda soluğu kasetçide alır ve yeni bir liste hazırlayıp karışık kaset yaptırırdık. Seksenli yıllar, büyük ölçüde Orhan Gencebay ekseninde yürütülen tartışmalara rağmen arabesk müziğin zirveye ulaştığı yıllardı. Bu yüzden, o yıllarda Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses gibi isimlerin başını çektikleri arabesk furyası özellikle kendisini Kemalettin Tuğcu’nun acıklı ve melodramatik romanlarındaki köprü altı çocuğu gibi gören veya durduk yere kendisini melankoliye salıp acı çekmekten tuhaf bir haz duyan genç kuşak için bir nevi afyon yerine geçerdi.

Hoş, o yıllarda ben de Orhan Gencebay dinlemeyi, özellikle de Gencebay’ın Kara Çalı, Akşam Güneşi, Bağrımda Bir Ateş Var, Tutuldu Ellerim, Beni Böyle Sev, Zaman Akıp Gider gibi şarkılarını vecd içinde dinlemeyi ayin gibi addederdim. Tabii o yıllar televizyon seyretmek için cümbür cemaat komşunun evine akın edildiği yıllar olduğu için, adı geçen şarkılar da çoğunlukla bir komşudan emanet alınan, daha net ses çıksın diye tükürüklü parmakla kristali temizlenmeye çalışılan, çok kere kapağı yerine oturmayan ve kasetleri saran dandik kasetçalarlarda (o günkü adıyla Teyip) dinlenirdi.    

Seksenli yıllarda bu tür ilgiler ve meşguliyetler dindar babalarımız, İmam-Hatip Lisesi’ndeki meslek dersi hocalarımız ve “ağır abi” konumundaki arkadaşlarımız nazarında düpedüz lehviyyat olarak algılanır, devlet ve milleti kurtarma yönünde hemen hiçbir ilgimizin bulunmayışından dolayı bize “parazit” muamelesi yapılırdı. Zira ne de olsa o vakitler Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştaydık; bu sebeple bizden beklenen, oyunda oynaşta olmak değil, hiç değilse okumak ve büyüklerimiz nazarında bir an önce adam olacağımız intibaını uyandırmaktı. O günden bugüne adam olma yolunda mesafe alıp almadığımızı kuşkusuz büyüklerimize sormak lazım; ama bu arada çocukların çocukluklarını yaşamak gibi bir haklarının bulunduğunu da unutmamak lazım!

Seksenli yılların Gazi Caddesi’nde, postanenin önüne açılan kartpostal tezgâhında kendisine hayranlık duyulan sanatçıların resimlerini seyretmek ve eğer cepte metelik varsa bir tane satın alıp defterin arasına yerleştirildikten sonra sallana sallana meydana doğru yürümek de küçük çaplı bir keyifti. Bunun dışında, Debboy mevkiinden Çınarlar’a sapan sokaktaki üçüncü sınıf esnaf lokantalarında bir tam ekmekle “az kuru” yemek de lise düzeyindeki talebeliğe mahsus garibanlığın şanından addedilirdi. Öyle ki bu durum lokanta sahibinin, “Kuru bizden olsun, ekmeğin parasını verin” diye düşünmesini gerektirirdi. Yine Topal sokaktan gelip Gazi Caddesi’ni bölen -sanırım şu an Cemal Gürsel Caddesi olarak bilinen- cadde üzerindeki Saray sinemasının -ki bu sinemanın kendine has başka hikâyeleri de vardır- önünde Teksas-Tommiks takası yapmak da seksenli yılların unutulmaz hatıralarından biri olarak tarihe geçti.

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=997

1 yorum:

  1. Mustafa hocamın geçmişe derin bir özlem duyduğu satırlarına yansımış.

    YanıtlaSil